Sayfalar

13 Aralık 2012 Perşembe

Çocuklar Amatördür...


  
   Yetimhane… Hepimizin içini acıtan en gizli kelimelerden biridir bu… Ya bir filmde görürüz ya bir dizide ya da insanlık dışı bir takım olayların sızması sonucu haber bültenlerinde… Hiçbir zaman da iyi veya hayırlı bir çağrışım yapmaz; ya bir taciz olmuştur, ya tecavüz ya da dayak, işkence benzeri bir ayıpla birlikte servis edilir önümüze.
   Azadi İran’da bir yetimhanede başlıyor. Islahevi de denilebilir. Bir tür cezaevi aynı zamanda. İzleyeni insanlığından utandıran görüntüler yok tabii ki bu sefer; sadece mahrumiyet var. Ve bu mahrumiyeti yaşayanların çocuklar olmasından kaynaklı bir iç burukluğu tattırıyor. Muhsin ve Sorab bu yetimhaneden kısa süre içinde tahliye edilen, aslında bir anlamda kapı dışarı edilen iki çocuk. İkisi de çocukluk suçundan düşmüşler bu yetimhane/cezaevi’ne.
   Evet çocukluktan…
   İkisinin de işlediği suç neredeyse birbirinin aynısı.
   Hani çocuklar yoktan anlamazlar ya…
   Hani ailenin durumu (eğer bir aile varsa tabi) ne olursa olsun çocuklar beğendikleri şeye sahip olmak isterler ya…
   Hani en basitinden bir oyuncak bile onların akıllarını başlarından alabilir ya..
   Hani paradan anlamazlar, nasıl harcanacağını bilmezler,
   Bisiklet denilen alet onlara göre dünyanın en cezbedici nesnesidir, bisikleti olan bir çocuk başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz ya…
   İşte bu türden bir suç çocukluk suçu. Kapitalist dünyanın çözüm bulamadığı, kapitalin yokluğundan kaynaklanan eksikleri giderme yöntemleriyle çocuk olmanın masumiyetini yan yana koyduğunuzda sistemin “ERROR” verdiği, çaresizce “SUÇ” ilan edilen büyük suç…
   Her iki çocuk için de tahliye, özgürlükten çok daha farklı anlamlar içeriyor. Dışarıda rengarenk bir dünya yok. Cezaevinin çıkış kapısı onlar için kendini feda etmeye hazır “İran seninle gurur duyuyor” diye coşkuyla bağıran kalabalıklarla dolu değil.Koyu bir grilik hakim.
Birinin ailesi zaten yok, diğerininki onsuz hayattan çok memnun. Kimsenin istemediği iki küçük insan. Cezaevindeki iki görevlinin haricinde hiç kimsenin istemediği…
    Kötülük varsa eğer, insanın gözünü açtığı ailenin içinde başlar..
    Çocuklar kötü olmaz.. Onlar iç güdülerinin peşinden gider..
    Azadi’de olduğu gibi, en profesyonel filmde bile amatör oyunculardır onlar…
    Hayatın da amatör oyuncuları…

24 Kasım 2012 Cumartesi

Beklenmedik Fayda



   
   Thomas Edison herkesin elektriği bulduğunu zannettiği insandır. Buluşlarıyla 20. yüzyılın başlarından günümüze kadarki yaşamı oldukça değiştiren Amerikalı mucittir kendisi ama elektriği bulmamıştır. Elektrik O’nun zamanına kadar çoktan bulunmuştu. Edison elektrik ampulünü bulmuştur. Hani şu evlerimizi aydınlatan, bakkalda markette tanesi 3-5 TL’ye satılan, ara sıra patlayan, patladığı zaman çok da sorun etmediğimiz, çekmecede duran yedeğiyle değiştirdiğimiz, elektrikle çalışan en basit yapılı lamba. Sanayi devriminden sonra hızla gelişen üretim yollarının bir sonucu olarak bu kadar önemsiz ve sıradan gördüğümüz bu ampulü yapabilmek için 1999 tane deneyde başarısız olmuş ancak 2000. denemesinde amacına ulaşmıştır Edison.Bu başarısız deneyler, bana göre tarihin en idealist, en vizyoner bakış açılarından birini ortaya çıkarmaya yardımcı olmuştur: Thomas Edison, “Ampulü buldun ama bunun için uğraşırken 1999 tane deneyin boşa gitti” şeklinde bir ifadede bulunan yakınlarına mükemmel bir cevap vermiş: “Hayır..Ampule gitmeyen 1999 tane yol keşfettim…”
   Yıldırım Demirören’in BEŞİKTAŞ’a sağladığı faydayı görmek açısından bu örnek önemli bence. Demirören, BEŞİKTAŞ’ın kendi ampulünü bulmasını sağlamayacak yolları öğreten adamdır.
   Örneğin çok pahalı transferler yaparak bir yere gelinmeyeceğini O’nun sayesinde öğrendik. BEŞİKTAŞ’ın tarihsel kodlarında olmayan havalı, sansasyonel isimleri transfer etme politikası çöktü. Bu kulübün, bu tarz transferler yaparak, geçmişi boyunca bu tarz transferler yapmakla isim yapmış rakipleriyle yarışamayacağını, olsa olsa onların kötü birer taklidi olabileceğini gördük. Bizim geleneğimizin biraz daha mütevazı ve gelişime açık oyunculardan kurulu bir takımla, öz kaynak orijininden hareketle mücadele etmek olduğunu, büyük olmak için illa ki diğer büyüklerin yaptıklarına ihtiyaç duyulmayacağını, BEŞİKTAŞ’ın büyüklüğünün bu yapıyı kurabilmenin ta kendisi olduğunu hatırladık, yeni nesil BEŞİKTAŞ’lılar da öğrenmiş oldu.
   Transferde bir tek menajere bağlı kalma politikası sayesinde öğrendik ki; başka türlü gayretler gerekiyor. Bu bilgi sayesinde Oğuzhan’ı, Olcay’ı bulup getirdi takıma sonraki yöneticiler.
   Çok bahsettiği BEŞİKTAŞ’lı duruşunun ne olmadığını öğrendik hem de. Başkan olarak, görevi başındaki teknik direktörden gizli, başka bir teknik direktörle görüşüp, görüşmediğini açıklamanın BEŞİKTAŞ’lı duruşuyla alakası yoktur. Takımı sahadan çekeceğini, PAF takımıyla oynayacağını söyleyip, 3 gün içinde vazgeçmenin de öyle. Evet! Bir duruşumuz var. Özgün bir duruş üstelik. Bir önceki paragrafta bahsettiğim transfer politikasını da içine alan “ötekilere öykünme” durumu Baba Hakkılardan, Şeref Beylerden,  Sebalardan kalan o duruşun kalbine bıçak saplamaktır. “Sen başkalarına benzeme sakın, hep böyle kal” dediğimizde, sadece damarında siyah-beyaz bir sıvı akanların (kan değildir o sıvı, başka bir şeydir) anladığı, ellerimizden kayıp giden yaşam tarzının tam da kurtarmamız gereken şey olduğunu öğretti bize.
   Bizim için hala efsane olan sezonlarımızı teknik direktör konusundaki istikrarın sağlandığı dönemde yaşamıştık; Gordon Milne zamanı… Demirören 8 yılda 10 ayrı teknik direktörle çalışarak bu alanda da kendinden sonrakilere doğru yolun ne olduğunu gösterdi. Ben BEŞİKTAŞ’ın teknik direktörlerini hep sevdim, inandım. Ama onların bir çoğu BEŞİKTAŞ’ı sevmedi. Kariyerlerini, sözleşmelerindeki maddeleri, bol sıfırlı rakamları sevdiler. Ayıplamıyorum, garipsemiyorum, kızmıyorum. Çünkü suç onların değil. BEŞİKTAŞ’ı, o armayı, formayı, tribünleri, zorlu belki de ilkel de olsa o stadı sevecek, sahadaki takımıyla birlikte arada tek gözüyle de Kapalı’yı izleyecek bütün bunlar için çalışabilecek kişileri o takımın başına getirmek gerektiğini öğrendik buradan da. Şimdiki yönetim Samet Aybaba’yı tercih etmeyi nasıl akıl edebildi sanıyorsunuz?
   Her 19 Mayıs’ta kazmanın vurulmasını beklediğimiz İnönü’nün yerine yeni stadın nasıl yapılamayacağını gayet güzel gösterdi bize. İzinler, belgeler, resmi mühür ve imza.. Gerekenlerin bunlar olduğunu bildik. Artık ilgili kişiler konuşarak değil de bu ihtiyaçları gidermenin peşinde koşarak bir ütopyaya dönüşmeye yüz tutmuş yeni stad projesini gerçeğe dönüştürebilirler.
   Örnekler çok.. Paradigmaların hepsi çöktü.

   Bir tek gerçek var, o istisna:
   BEŞİKTAŞ’ı sevmeyi O’nunla öğrenmedik.. Sevmeyi ve BEŞİKTAŞ’lı olmayı kimimiz babasından, kimimiz abisinden, kimimiz dayısından, amcasından öğrendi. Bazılarımızda ise zaten içgüdüsel olarak vardı.Bildiğimizi test etmiş olduk sadece; doğru çıktı…
  
   “Sevinmek için sevmedik” ya..Yine de buna sevinebiliriz…

18 Kasım 2012 Pazar

Her Alanda Paslaşmalar


   
   Üniversite yıllarımda İnönü stadında BEŞİKTAŞ’ı izlerken hep şahit olduğum bir manzara vardı ve çok basit bir tanımı vardı bu manzaranın: Geriden şişirilen toplar… BEŞİKTAŞ topu ileriye taşımak için orta sahayı kullanmak yerine Alpay, Ali Eren gibi oyuncuların havadan uzun toplarından medet umuyordu. İzledikçe şaşırıyordum bu duruma. Böyle bir oyunla nasıl gol atıp, nasıl maç kazanıyor,  nasıl puan alıyor, nasıl şampiyon oluyorduk biz? Top havalanacak, doğru yere gidecek, ileride biri kafayla indirecek, arkadan gelen biri topu alacak vs.. vs.. Bunun daha garantili bir yolu olmalıydı. Orta sahada oynayan oyuncularımız bu kadar mı yeteneksizdi? Acaba ben mi futbol bilmediğim için şaşırıyordum bu duruma?
   Bu sezonki BEŞİKTAŞ’ı izlerken en çok o manzaraları görmediğim için mutluyum. Pas tercihleri ve zamanlamaları çok iyi noktalara gitmeye başladı. Ayağa pas yaptığını söyleyemeyiz takımın, ama tabiri caizse “dan dun” vurulan toplardan kurtulduk. Artık topun gittiği yerde mutlaka Siyah-Beyaz’lı (belki de kırmızılı) bir oyuncunun olacağını tahmin edebiliyoruz ve bunu sağlayan şey çok koşmak değil sadece. Geçmişte de yetenekli oyuncularımız olmuştu mutlaka ama bugünkü oyuncuların, özellikle Fernandes ve Oğuzhan’ın üst düzey tekniklerinin payı büyük. Doğru yerlere, doğru zamanlamayla atılan paslar sahada oynanan oyunun lezzetini daha iyi hissettiriyor bize. İyi paslaşma bol ve etkili pozisyon getiriyor. Hatta Necip’in bu sezonki olağanüstü gelişimine, futboluna sınıf atlatışına da bu pasa dayalı oyunun çok büyük katkı sağladığını düşünüyorum.Keza Veli’nin sahada dikkat çekici bir şey yapamıyor gibi görünmesinin de sebeplerinden biri budur, pas düzenine uyum sağlayamadı Veli...
   Sahadaki Fernandes-Oğuzhan ilişkisi bana geçen sezon GS’da gördüğümüz Ujfalusi-Semih arasındaki usta çırak ilişkisini hatırlatıyor. Fernandes acil bir durum, bir sıkıntı, bir kriz olmadığı sürece Oğuzhan’ın hücumu yönetme denemeleri yapmasına müsaade ediyor. Belki de O’nu bunu yapmaya zorluyor lisan-ı haliyle. Antrenman sonrası özel çalışmalar yapıyorlar mı bilmem ama gerek de yok sanırım. Oğuzhan açık ve net bir şekilde gerçek sahada, gerçek maçta staj yapıyor Fernandes ustanın yanında..
   Lig Tv spikerleri haftalardır BEŞİKTAŞ maçlarını anlatırken “Unutulmaz bir maç, sezonun en iyi maçı” vb.. şeyler söylüyorlar.Haksız sayılmazlar tabi ama gol sayısının 5-6-8 gibi sayılara ulaşması bu durumun oluşmasını sağlıyor.Bu gollerin arasında BEŞİKTAŞ’ın yediği goller de var.3-3, 5-3 gibi skorlar seyir zevkiyle beraber takımın savunması açısından da alarm demek. Özellikle sol kanat savunmamız Antalya’da bizi oldukça rahatsız etti. Uğur Boral neredeyse hiçbir pozisyonda doğru zamanda doğru yerde olamadı. Olduğu zaman ise Antalyaspor atak yapıyor değildi. Uğur’un formasındaki tere duyduğumuz saygıyla beraber, İsmail Köybaşı’nın bir an önce dönmesi gerektiğini de belirtelim.
   Kalecimiz de mi kendisini gözden geçirse acaba? Mc Gregor tecrübeli belki ama Cenk’deki gözü karalık yok maalesef. Yediğimiz gollerin önemli bir kısmında son pozisyon kale sahasının içinde gerçekleşirken aksiyonun içinde Mc Gregor’u göremiyoruz. Samet Ayababa, Mc Gregor’a olayın içine dahil olup el koyarak oradaki krizi bitirmesini öğretmeli..

Tıpkı en zor zamanda kendisinin takımın başına geçerken yaptığı gibi…


(Not:Fernansdes’in 2. golde Almeida’ya yaptığı asist hakkında bir şeyler yazacaktım.Ama o kalemim o kadar kuvvetli değil. Yalnızca saygımı belirtmek üzere yukarıdaki  fotoğrafı kullanmakla yetiniyorum)

9 Kasım 2012 Cuma

Gerçekten BEŞİKTAŞ...


   
   Değişmeyen doğrular var futbolda, hani “futbolun temel prensipleri” diye bahsedilen şey. Toplu halde savunma yapan takımın gol yeme ihtimali azalır. Oyuncular yardımlaşıyorsa istenilen şeyin yapılması kolaylaşır. Çok koşan takım, eğer yaratıcı özelliklere sahip oyuncuları da yeterince ve zamanında devreye giriyorsa daha kolay kazanır.
   BEŞİKTAŞ’ta geçen sene yıldızlar vardı, hem de bol miktarda. Ama temel prensiplerin bir çoğu yoktu. Ne bir yardımlaşma, ne de toplu savunma... Yükün dengesiz dağılması nedeniyle çok sıkıntı çekti takım. Top ayağındayken yıldız olan kerameti kendinden menkul oyunculardan kurulu ön taraf ve onların kaptırdığı toplara dili dışarıda yetişmeye çalışan savunma grubu... Bu sosyal adaletsizlik muhakkak ki dünya görüşü itibarıyle bu konularda hassasiyeti bilinen büyük taraftarın da dikkatini çekiyordu ama arma aşkına, forma aşkına ve o naif duygusallıkla umudunu hiç kırmadı tribünler. “Bazen sevinç, paso keder”i içselleştirmiştik ne de olsa..
   Ardından FEDA zamanı geldi. Kendi uçamayan, biz müritlerin uçurduğu şeyhler gitti, yerlerine gençler geldi.O formayı gerçekten isteyen, o arma için bir şeyler yapmaya hazır, o renklerin içinde bulunmanın kıymetinin farkında olan gençler. Sahaya baktıkça doyamıyoruz artık. Gördüklerimizi “kanser ederler adamı” diye tanımlamıyoruz.
   Mart ayında göreve gelen yeni yönetimden en büyük beklentim BEŞİKTAŞ’ı geçmiş dönemde diğer büyüklere öykünerek yaptığı pahalı yıldız oyuncu transfer etme mantığından kurtarmasıydı. Formayı, O’nu özüne döndürecek, genetik yapısına, dokusuna, tarihi misyonuna uygun oyunculara vermesiydi. Bunun için de ilk önce bunu bilen birini takımın başına geçirmesi gerekiyordu tabii ki. Samet Aybaba nokta atışı oldu, Recep Çetin ve Ulvi Güveneroğlu da ekstrası.
   Samet Hoca  BEŞİKTAŞ’ın ne olduğunu iyi biliyor ve belli ki tüm oyuncularına da bildiğini aşılıyor. Kendi kaynaklarını kullanan bir BEŞİKTAŞ ve yıllarca ince ince işlenip orta yapmaktan, çalım atmaktan, pas vermekten önce birer Kartal olmayı öğrenen oyuncular var sahada.
   BEŞİKTAŞ’lı olmanın; topun kale çizgisini geçip geçmemesiyle değişen bir kavram olmadığını hepimiz biliyoruz ve sahada bizim renklerimizi taşıyanlar da bilsin istiyorduk.Önemli olanın galibiyet değil, o galibiyet için verilen emek olduğunun farkında olmalıydılar. Attıkları gollerin sayısındansa formalarındaki terin çokluğuna değer veriyorduk.
   Kazanmak için her yol mübah değildi; hak yemesinler ama haklarını korusunlar istiyorduk; onca kıymetli olan emeklerinin bir karşılığı olsun. Rakiple sonuna kadar mücadele edip sonunda istediklerini alsınlar.
   Bütün bunları gördüğümüz sürece yağmur, çamur, kar, fırtına demeden gideriz desteklemeye…Hep gittik…
   Artık görüyoruz…
   BEŞİKTAŞ’lı olan herkesin en hassas tellerine dokunacak kadar güzel şeyler var artık.
   Seviniyoruz…
   Sezonun başında gitmek istediğini söyleyen Almeida 60 metre koşup defansa yardım için mücadele ediyor, rakip kovalıyor. Fernandes atılan her golden sonra en çok sevinen, hırsını en çok belli eden oyuncu. 85 dakika koştuktan sonra yedek kulübesine geliyor ve arkadaşının kendisine yer vermesine bile gerek görmeden o mütevazılıkla bir kenara oturup kalan 5 dakikayı seyrediyor. Takımda gördüğümüz bu arkadaşlık, bu mütevazılık, bu kadirşinaslık, bu kalenderlik bizi şampiyon olmaktan daha çok sevindiriyor.
   Yıllarca ağızlara sakız edilip de hiçbir emaresini görmediğimiz BEŞİKTAŞLILIK DURUŞU vücut buluyor bütün takımda.
   Seviniyoruz..
   Atılan goller, kazanılan maçlar ve puanlar değil bizi gülümseten..
   Bizim BEŞİKTAŞ’ımız geri geliyor…
   Mutluluğumuz bundandır…

17 Ekim 2012 Çarşamba

RAHATSIZ EDER İRAN FİLMLERİ..




Reng-i Hoda ya da Reng-i Hüda.. Farsça bir tamlama, “Allah’ın Rengi” demek. Önce İngilizce’ye oradan da Türkçe’ye çevrilince “Cennetin Rengi"ne dönüşmüş. Filmi bu adı dikkate alarak izlediğinizde ismiyle bağdaşmıyor belki ama bitirdiğinizde İran sinemasına ait bir baş yapıta şahit olduğunuzu anlıyorsunuz. Majid Majidi Cennet’in Çocuklarını çok geride bırakan bir filme imza atmış. Oyuncu yönetiminde İran sinemasında alışık olmadığımız performanslar izliyoruz.

Yıl 2012. Artık her şey mobil, her şey dijital, her şey geçici ve dünya çok hızlı dönüyor..
Bu çağda ağlayabiliyor musunuz hala?

Gerçekten kör olan insan, gözleri göremeyen değil kalbi taş olandır derler ya hani, en taş kalpli olan için bile izlemesi zor bir film. İlk 10 dakikada veya sonraki 80 dakikanın herhangi birinde ağlamaya başlamak işten değil.
Tahran’da körler için özel eğitim veren bir devlet okulunda eğitim gören Muhammed Ramazani.. İyiyle kötünün tam ortasında bir yerde. İyi de, kötü de kendi ailesinin içinde üstelik. Muhammed öznesinin etrafında iyiyle kötünün mücadelesini izliyoruz biraz.

Allah’a isyan eden bir baba neyin suçlusu olup da ömür boyu kör bir çocuğa bakmak zorunda kaldığını sorguluyor. Her adımında sevgisizliğini görebiliyoruz, hatta Muhammed suya düştüğünde, kurtarıp kurtarmamakta bile tereddüt eden gözlerle bakıyor ardından. Nine, filmin en önemli cümlesini bu durumun farkında olarak, oğluna sarf ediyor: “Ben Muhammed için değil, senin için üzülüyorum...” Nine’nin elinden ne gelir? Beyaz olur ninelerin elleri ve de yumuşak. Kalpleri de öyle. Ağlayabilirler mesela onlar ve ağlayabildikleri için gülümseyerek ölürler.

Sevilmeyen Muhammed kendisi gibi kör bir marangozun yanına çırak veriliyor.
Ustasına dert yanıyor Muhammed; “Kimse beni sevmiyor, ninem bile.. Gözlerim görmediği için Allah’ı parmaklarımın ucuyla arıyorum, bulunca O’na her şeyimi anlatacağım…”
Filmin en vurucu sahnesini izliyoruz ustasıyla konuşurken.
Kendi derdinde olan baba bile hayallerinin havadaki duman gibi uçuşup gideceğinin farkında aslında. Ama görmüyor.. Görmek istemiyor..

Muhammed görüyor; bağırarak çırpınan kuşu elleriyle arayıp bulup yuvasına yerleştiriyor…

Nine görüyor; sığ suda takılıp kalmış balığı tekrar suya döndürüyor...

Baba görmüyor; ters dönmüş kaplumbağayı fark etmeden, dokunmadan geçip gidiyor…



10 Ekim 2012 Çarşamba

GOL Sevinçlerini Seviyoruz...
















Gol sevinçlerini seviyoruz...
Özellikle de tiyatral, kurgusal olmayıp da,
futbolcuların çocukça sarıldıkları
 birbirlerinin üzerine atladıkları gol sevinçlerinin hastasıyız...

7 Ekim 2012 Pazar

BEŞİKTAŞ'ım, Sol yanım...



   Geçmişte ve günümüzde, futbolda tespit ettiğim bir durum var: Başarılı olan takımların istisnasız hepsinde futbolcular kendi oynadıkları oyundan büyük keyif alıyorlar. Yüzlerine baktığınızda çok net görebilirsiniz bunu. Bu keyif, kazanıyor olmanın verdiği mutluluktan daha başka bir şey. Kendine güven tadı verir biraz ama tam olarak o da değil. Hırs içerir ama o da değil. Hepsinden farklı. Köşe vuruşu yapacak bir oyuncunun yüzüne yapılan çekimde mesela, uzun uzun izleyebilirsiniz o keyfi. Kaçan golün ardından bile, yaptıkları organize ataktan aldıkları keyifle gülerler oyuncular ve o gülüş de organize şekilde olur. Çünkü bütün takım birlikte düşünmektedir. Takım olabilmek; o sahada kan ter içinde nefes nefeseyken, topraklı/çamurlu/kirli formaların içinde biraz da birlikte gülebilmektir

   İşte BEŞİKTAŞ’ta bu yok.. Maalesef yok..Oyunundan keyif alamıyor BEŞİKTAŞ..

   Kadıköy’de sahaya çıkmadan önce kaybedilen iki maçta bunu anlamıştık aslında.Ama FB karşılaşmasıyla tamamen ortaya çıktı. İzleyiciyi, yorumcuyu geçin, bizzat sahada ter döken oyuncular bile keyif alamayacaklarını biliyor gibiler. Tedirginler. Yetersiz olduklarını biliyorlar sanki. Farkındalar. Sahadakiler yetersiz, kulübedekiler de, teknik direktör de..

   Maçın başlamasıyla birlikte oyunda görülen denge Sow’un golüyle bozulmadı. Ama herkes BEŞİKTAŞ’ın sol kanat savunmasındaki boşluğu fark etti. Quaresma’nın takımda olduğu her an, geriye yardıma gelmediğinden, O’nun yüzünden kanat savunmalarının yetersiz kaldığından bahsedildi. Bu kesinlikle doğru bir tespit. Özellikle geçtiğimiz sene normal sezonda oynanan ve 2-2 biten BEŞİKTAŞ-FB maçını hatırlayın. Geriye hiç katkısı olmayan Quaresma ve Simao’nun yerlerine o bölgeye giden Veli ve Ernst’in ortada bıraktığı boşluğu çok iyi kullanmıştı FB ve özellikle de Alex. Çok üstün oynadığı maçtan 1 puanla ayrılmak zorunda kaldı takım. Yeni teknik direktörümüz Samet Ayababa geçen sezondaki bu ve benzeri örnekleri iyi izlediğini düşünüyor olmalı. “Sistemime uymuyor” diyerek yıldız oyuncuyu aldığı çok büyük paraya rağmen kadro dışı bıraktı. Hepimiz de zannettik ki gerçekten bir sistem geliyor…!
   FB karşısına çıkan takımın saha içindeki dizilişine baktığımızda sistem denilen şeyin aslında bir maceradan ibaret olduğunu gördük. Hayatında o bölgede hiç oynanamış Escude sol beke monte edilmişti. Önünde Uğur Boral. Teoride hesap şu: “Escude tecrübesiyle o bölgeyi kotarır, eh Uğur da az biraz özverili oynuyor, futbol görüşü belirli seviyede..Bir şeyler olur o bölgede”… Ve fakat ortaya çıkan görüntü ve verilen mesaj: “Quaresma geriye gelmeyeceğine Uğur Boral gelmesin”!!!
   Bu dizilişle oynadığınız rakibiniz Fenerbahçe ve o kanadında da Gökhan Gönül yani ülke futbolunun gelmiş geçmiş en iyi sağ bek oyuncusu oynuyor. Bek olmakla da kalmayıp çok etkili kanat hücumları yapıyor. Bu özelliklerini de ilk yarıda ortaya çıkardı ve getirdiği toplardan birini Sow gole çevirdi, diğerini de kendisi gol yaptı. Samet Aybaba’nın yaptığı sol kanat kurgusu çok pahalıya patladı. Uğur Boral geriye hiç dönmediği gibi hücumda da hiç yoktu.Mehmet Topal’ın sert markajında kalan FERNANDES’in binbir güçlükle attığı paslarda hiçbir olumlu hareketi olmadı Uğur’un, ya kaptırdı ya da topu ezdi.
   Samet Aybaba yanlış kurgusunu düzeltebilmek için 2 oyuncu değişikliği denedi. Bunlar olumlu etki bir yana o bölgeyi iyice karıştırıp sahipsiz bıraktı. Ersan geçen sene yokluktan dolayı sol bekte denenmişti, bu maçta tekrar denendi. Ama olmuyor. Sol bek orijinli olmayan oyuncular o bölgede oynayamıyor. Sanki görünmez bir yay Ersan’ı savunmanın ortasına doğru itiyor.
   İsmail Köybaşı'nın yokluğu beklenenden daha da olumsuz etkiliyor BEŞİKTAŞ'ı. Alternatifsiz bir oyuncu kendisi de sahaya baktıkça daha iyi görüyordur sanırım.
   Bütün bunların yanında haftalardır sol önde oynayan ve yavaş yavaş o bölgeye alışan Olcay Şahan farklı bir yere kaydırıldı, ama nereye olduğu pek belli değildi. Maç öncesi LigTv’nin yayınladığı dizilişte sağ kanatta görünen Olcay’ı maç içinde o bölgede neredeyse hiç göremedik. Forvet arkasıyla orta saha önü karışımı bir yerlerde gezdi durdu, ama oyuna hiçbir katkısı olmadı. Diğer maçlarda sağladığı çeyrek katkıyı bile bu maçta arattı Olcay.
   BEŞİKTAŞ büyük bir camia, büyük takım. Ama futbolcu kalitesi hiçbir şekilde yeterli değil. Büyüklüğün verdiği alışkanlıkla oyunu kendi elinde tutmaya, domine etmeye çalışıyor fakat bunu başaracak gücü yok. Yaratıcı oyuncusu sadece FERNANDES’den ibaret. Rakip O’na iyi bastığında uygulanacak bir B planı yok, çünkü buna müsait bir oyuncu kadrosu yok.
   Daha doğrusu var ama yok. Vardı ama sözleşmesine uygun davrandığı için kadro dışı bıraktınız
   Quaresma BEŞİKTAŞ’tan büyük değil evet ama eğer O’nun gibi bir yıldızı, hem de çalişkilerle dolu bir süreçle siliyorsanız, sonrasında başarılı olmak zorundasınız. En azından taraftarın başını öne eğdirmeyecek oyunu oynatmak zorundasınız. Eğer bunu başaramıyorsanız 3 milyon avroya oynatabileceğiniz oyuncunuzu 3 milyon 750 bin avro vererek kadro dışı bırakmanızı kimseye anlatamazsınız.
   BEŞİKTAŞ bir kez daha yenildi. Üstelik ezeli rakiplerinden birine yenildi. Belki de yenilmeyi en çok hak ederek yenildiği derbi buydu. FB rakibine saygı duyarak, O’nu ciddiye alarak oynadı ve haklı bir galibiyet aldı. Aykut Kocaman’ın maçtan sonraki sözlerinden değil maç içinde sarı-lacivertli hiçbir futbolcunun penaltı almak için kendini yere atmamasından anlıyoruz bunu.

20 Eylül 2012 Perşembe

Kocaman Problem


  

   Eğer çelişkili işler yapıyorsanız büyük bir güven sorunu oluşturabilirsiniz. Hatta bunu bir ihtimal gibi düşünmek bile iyimserliktir, çelişki varsa güven sağlamak mümkün değil. Aykut Kocaman’ın Alex politikasında yaptıkları da maalesef çok çelişkili. Oyuncuyu istemiyor ama oynatıyor. Golünü alkışlıyor fakat en verimli anda oyundan alıyor.
    Herkesçe malum olan krizin başlangıcında “Alex’siz oynamaya alışmamız lazım” cümlesi vardı. Ardından Alex’in kıskançlık twiti... 18’e almamalar, buna rağmen “problem yok” ifadeleri art arda geldi. Başkan’ın hocayı, taraftarın Alex’i desteklemesi sonucu ortaya çıkan, ama çıkmamış gibi davranılmaya çalışılan ayrışma…Alex’in heykelinin açılışından alınan görüntüleri izlediğimizde de ilginç detaylar bulduk: Kameranın çekim açısında, tam kadrajın ortasında kocaman bir “Aykut Kocaman” pankartı…

   Ortada bir problem varsa ve bu problemin çözümü isteniyorsa; en garantili yol samimi yaklaşımlardır. Basit, göstermelik, şova yönelik, ortalama bir zekaya sahip her insanda şüphe oluşturacak eylemler hiçbir fayda getirmez. Yani heykelinin açılışında Alex de Souza, herkesin aralarının bozuk olduğunu zannettiği teknik direktörünün adının yazılı olduğu pankartın önünde konuşacak ve bütün bir camia ve futbolsever grubu da hemen “Bir şey yokmuş ya, bize öyle gelmiş bak” deyip inanacak ve olay kapanacak öyle mi? Ya da hoca, söz konusu oyuncu gol atınca zoraki bir gülümseme eşliğinde alkışlayınca her şey düzeldi diye düşünülecek…?

   Çağımız, komplo teorilerinin çağı. Kimse bunlara bir kerede inanıp olanları unutacak kadar saf değil artık.

   Hemen çıktı ortaya konunu kapanmadığı..

   Fenerbahçe Marsilya’yla oynadı. Çok da güzel oynadı. Rakibi Avrupa’nın 5 büyük liginden birinin, ilk 5 hafta sonunda puan kayıpsız lideri. Milyonlarca avro harcayıp da büyük bir iştahla sezona giren Paris Saint Germain’e 5 haftada 6 puan fark atmış.Bordeaux, Lyon gibi devler daha ne olduğunu anlamadan Marsilya hepsini geride bırakmış. Fenerbahçe böyle bir rakiple oynuyor ve sahada Alex var. Alex’li Fenerbahçe ilk yarı boyunca ya orta sahayı çok hızlı geçip 3. bölgeye ulaşıyor ya da dengeli paslaşmalarla ani top kayıpları yapmadan rakibi gezdiriyor. Bazı anlarda ise Alex bireysel yeteneklerini öne çıkarıp derin paslarla arkadaşlarına fırsatlar oluşturuyor. Sarı-lacivertliler pozisyon zenginliği açısından ilk yarıyı son derece üstün geçirirken bir de gol bulup devreyi önde bitiriyor.

   Mehmet Topal takıma alışmaya başlamış, kimin hangi koşuları yapacağını, daha önemlisi Alex’in hangi koşuları yapmayacağını bilerek oynuyor, ona göre yardıma gidiyor. Fenerbahçe de takıma alışmak, Alex’e alışmakla özdeş. Her yeni transfer O’nunla uyumlu olabildiği kadar iyi oynuyor.

   Heykeli dikilen adam ikinci devrede golle buluşuyor.
   Buluşmaması ilginç olurdu çünkü sahada tam O’na uygun bir futbol var.
   Buluşmaması ilginç olurdu çünkü Marsilya defansı alan savunmasını en az Türk takımları kadar kötü yapıyor. Biz televizyondan Alex’in kafasıyla gol attığını gördük, halbuki O beyniyle attı. Savunmanın arasındaki boşluğa çok güzel ve tam zamanında sızdı, kusursuz bir vuruş yaptı.

   Alex sevindi…

   FB tribünü diye bilinen tribündeki taraftarlara koştu…

   Aykut Kocaman alkışladı…
   Ama Alex’i oyundan aldı… Alkışlamasaydı da alacaktı… Gol atmasaydı da alacaktı…2 tane atmış olsaydı gene alacaktı…

   Sonra Marsilya gol attı.. Son saniyede bir tane daha attı..

   Maç bitti ve Fenerbahçe elindeki 3 puanın ikisini kaybetti. Aykut Kocaman maçtan sonra “Söylenecek fazla bir şey yok” dedi ve sonra 10 dakika daha konuştu...

   Raul Meireles “Alex oyundan çıkana kadar kontrol bizdeydi, sonra birden kaybettik” mealinde bir şeyler söyledi ve her şeyi özetledi…

   Zaten aşılamamış olan mesele bir kez daha ve daha da serpilmiş olarak geri döndü.
Hatta; tribünlerin başkana olan desteğindeki azalmayı da su yüzüne çıkaracak şekilde döndü..

17 Eylül 2012 Pazartesi

FERNANDES'in SELAMLARI VAR


  


   Ve kavuşma gerçekleşti. Günler, haftalar, aylar geçti ve havanın yağmur indirip indirmemekte kararsız kaldığı bir Eylül akşamında Üsküdar’dan bindiğimiz vapur Dolmabahçe’de, her zamanki yerimizde bizi buluşturdu. Üzerinde 32 yıldır beni peşinden sürükleyen renkler vardı gene. Çubukluydu üstelik. İlk gördüğüm anda bir kez daha kendi kendime sordum: N’apardım bilmem..?

   Maçtan önce konuştuğum bir çok insan Elazığspor’un bir sonraki sezon Süper Lig’de olmayacağı yönünde fikir belirtse de ben tersini düşünüyorum. Lige hiç iyi başlamamakla birlikte bu takım belirli bir potansiyele sahip bana göre. Bir süre sonra toparlayacak ve ligin zorlu deplasmanlarından biri haline gelecek. Özellikle kış koşullarında Elazığ’da oynamak bir çok “batılı” takım için gerçek bir sorun olabilir. Bülent Uygun gibi oyuncularını motive etme konusunda belirli bir çizgide olan hocanın varlığı da bu düşüncemin pekişmesine yol açıyor.

   BEŞİKTAŞ için Karabük maçından kalan olumlu hava devam ediyordu. O maçta 45 dakikada alınan 3 puan, GS karşısında adaletsizce kaybedilen 2 puanın yarasını sarmakla birlikte, genç ve yeni oyuncuların özgüven kazanmalarına da yardımcı oldu. Eğer kariyerinin başındaki oyunculardan oluşan bir takımsanız sizin için en önemli şey kazanma alışkanlığı kazanmanızdır. Elazığ karşısında alınacak 3 puan bu anlamda çok önemli olacaktı BEŞİKTAŞ için. Nitekim bunu başardılar.

   Maçı yerinde izlemek daha iyi gözlemlemeye ve televizyon başında anlamlandırılamayan bazı şeyleri daha doğru görebilmeye imkan veriyor. Ya da öyle olmasına ihtimal vermediğiniz durumların gerçekten öyle olduğunu anlamanızı sağlıyor.  BEŞİKTAŞ’ın net bir 4’lü defansı var evet. Ama gerçekten de kurgusu tam olarak belirlenemeyen bir orta sahası mevcut. Kimin ne oynadığını kesin olarak çözemiyorsunuz. Belirli görevler eksiksizce ve fedakarca yapılıyor.Mesela Veli ve Necip’in rakibe uyguladığı baskı kusursuz. Ama ikisi de hamallık yapmıyorlar. Yani topu kazanıp her seferinde Fernandes’e aktarmak gibi bir dertleri yok. Tabii ki oyunun yön bulmasındaki en önemli isim Fernandes. Ama Veli ve Necip de zaman zaman top kullanmak, oyun kurmak, ara paslarıyla ofansif oyuncuları defansın arkasına kaçırmak gibi ulvi işlere cüret ediyorlar. “Hücuma destek veriyorlar” demek hafif kalır; tam olarak hücumu icra ediyorlar, ellerinden geldiğince.  Ellerinden gelmeyen kısımda da Fernandes devreye giriyor: Gerçekten çok büyük bir futbolcu. İnanılmaz güvenli ve istekli oynadı. Duran toplarla 2 golün asistini yaptı ki duran toplar artık BEŞİKTAŞ için çok önemli bir silah. Maçtan sonra Elazığspor’lu Orhan Ak, bu pozisyonlara özellikle çalıştıklarını söyledi. Sanırım yeni bir “Yediğimiz gole antrenmanlarda çalışmıştık” vak’asıyla karşı karşıyayız.

   Batuhan Karadeniz anlaşılan asist yapmayı sevdi. Karabük’te Fernandes’e verdiği pasın benzerlerini yine denedi ama bu sefer ya topun hızını ayarlayamadı ya da yönünü. Zaten taraftar Batuhan’dan asist değil, gol bekliyor. O ise hala tam olarak hazır değil. Bir çok pozisyonda ağır kaldı. Sanki kendi kasları arasında bir koordinasyon sorunu yaşıyor gibiydi.

   Olcay Şahan sahanın en çok koşan ismiydi ama ilk yarı arkasında oynayan Uğur Boral’a güven vermemiş olmalı ki Uğur ileri çıkışlarda hep tereddüt yaşadı. İki pozisyonda ben bizzat gördüm ileriye çıkmak için hareketlenip, sonra vazgeçip beklediğini. Geçtiğimiz yıllarda BEŞİKTAŞ’ın kanat oyuncuları arasındaki yardımlaşma problemini dışarıdan iyi tespit etmiş Uğur.Kendisi de ileriye çıkıp arkasında boşluk bırakmak istemiyor. Ne var ki; Elazığspor maçın hiçbir dakikasında kendi sağ kanadından herhangi bir tehlike sinyali veremedi. İkinci yarı bunu Uğur Boral da anladı ve sık sık ileriye bindirmelerde bulundu. Bunlardan birinde rakibini çok zor durumda bırakan bir çalım atarak golle burun buruna da geldi fakat numaralı tarafından vurduğu şut neredeyse kapalı tribüne gitti.

   Almeida hala oynayıp oynamamakta tereddütlü gibi. Hemen yakınından geçen toplara bile müdahele etme girişimi olmadı hiç. Armutun pişip ağzına düşmesini bekliyor. Kale çizgisinin 1 metre yakınına kadar gelebilen orta olursa kafa vurup gol atar. Onun dışında Almeida yok.

   Hafta içi bir gazetede Fernandes’in gece akışlarda olduğu, gece kulüplerinde eğlence peşinde olduğu, bunun ne biçim takım ruhu olduğu vs.. haberler çıktı. Fernandes Elazığ maçında öyle bir oyun oynadı ki o haberleri yapanların hepsine birer selam gönderdi. Anlaşılan o ki basın, özellikle de artık hepimizin malumu bazı gazeteler BEŞİKTAŞ’ın üzerine oynamaya devam edecekler. Aldırmamak, takılmamak, üzülmemek lazım. Belki de alışmak lazım. 
BEŞİKTAŞ’lı olarak ilk defa görmüyoruz bunları, SİYAH’ı da iyi biliyoruz biz, BEYAZ’ı da…
   

27 Ağustos 2012 Pazartesi

BEŞİKTAŞ KAYBEDEBİLİR....



Hadi en baştan söyleyeyim: QUARESMA’nın mutlaka takımda olması gerektiğini düşünüyorum. Bu sadece Beşiktaş’ın saha içi oyun planı, kurgusu vs.. ile alakalı bir düşünce değil. Biraz da duygusal. O’nun bir trivelasını bilmem kaç tane gole tercih ederim, rakip takıma verdiği tedirginliği izlemeyi ve hissetmeyi seviyorum ayrıca. Eğer büyük takımsanız, kadronuzda büyük-küçük tüm rakiplerinizin önlem almak zorunda kalacağı oyuncular bulunmalı. Q7 salt bu kontenjanı doldurmak için bile kadroda olmalı.
Dün akşam GS böyle bir tedbire ihtiyaç duymadan çıktı sahaya. Lisan-ı haliyle birlikte lisan-ı kalindeki mağrurluğu kendinden menkul Fatih Terim, “kendi oyununu oynamak” üzere, hem de hazır olmayan oyunculara da “oynaya oynaya hazır olurlar” mantığından hareketle kadroda yer vererek, ve en büyük hata olarak da BEŞİKTAŞ’ı zor günlerinde süngüsü tamamen düşmüş zannederek gelmiş İnönü’ye. Geçtiğimiz sezonun neredeyse tamamında ve bu sezon da özellikle Süper Kupa finalinde fizik açıdan çok güçlü bir GS izlemiştik. Bu anlamda yeterli 8 oyuncunun, henüz istenilen düzeyde olmayan Melo ve Hamit’i de idare edecek kadar koşabileceğini düşünmüş olmalı ki her ikisi de ilk onbirdeydi. Bu tür örnekleri izledikçe sezon başındaki hazırlık kampının ne kadar önemli olduğunu daha iyi kavrıyorum. Bildiğimiz mücadeleci Melo’dan eser yoktu. Hamit’in ise problemi bambaşka: Fiziksel yetersizliğin yanında sanki tekniğini de kaybetmiş.

BEŞİKTAŞ teknik direktörü Samet Aybaba (ki bu durum da ayrı bir yazı konusu olabilir), geldiği günden beri “BEŞİKTAŞ” ve “BEŞİKTAŞ'lılık” kavramlarına vurgular yapıyor inceden de olsa. Hem de bence çok doğru orijinlerden çıkışla yapıyor bunu. 8 yıldır ağızlara sakız edilen ve omurgası olduğundan şüphe ettiğimiz insanların örneğini sergilediklerini iddia ettikleri duruş, ancak Samet Aybaba gibi Süleyman Seba’nın rahle-i tedrisatından geçmiş bir insan tarafından gösterilebilir. Beşiktaş’ın sahaya çıkarken en büyük güvencesi, doğru insan tarafından yapılmış doğru motivasyondu..

Her şey motivasyonla olmuyor tabii ki; bir de sahadaki futbol var. Eğer Umut Bulut bildiğimiz Umut Bulut olduysa 22. saniyede kaçırdığı pozisyon ve benzerlerinin büyük katkısı olmuştur. Umut o saniyede birden aslına rücu etti ve GS taraftarının saç baş yolmaya başlaması fazla geçe kalmadı dün akşam. Bu beklenmedik pozisyonun haricinde de GS takımı ilk 30 dakika boyunca çok iyi oynadı ve bir çok pozisyon buldu. Bunların çoğunu savunma arkasına atılan paslarla sağladı. Yan yana ilk maçlarını oynayan ESCUDE-SIVOK uyumsuzluğu diyorlar ama bence alakası yok. Bir arada 8-10 sene oynamış oyuncular bile olsa o kadar önde kurulmuş bir savunmanın arkaya atılan paslarda pozisyon vermemesi mümkün değildi. Önemli olan o pasın oraya gelmesini engellemek, yani pası atan oyuncuya sağlam baskı oluşturmak, yani çok koşan bir orta saha oyuncusu oynatmak, yani VELİ KAVLAK.. Beşikaş’ı sıklıkla izlemeyen biri için çok sıradan bir oyuncu olabilir ama Veli, dikkatli izlendiğinde orta sahada ne kadar önemli bir aktör olduğunu hemen belli ediyor. Yaratıcı yönü fazla yok belki ama iki yönde de çok çalışkan. Yine de Selçuk İnan gibi şu anda Türkiye’nin tartışmasız en iyi iki orta saha oyuncusundan biri (diğeri FERNANDES) olan ismi durdurmak kolay değil. Zaman zaman, hatta ilk yarım saatte sıklıkla gördük bunu.

Ardından BEŞİKTAŞ oyunu dengelemeye ve kontrolü ele almaya başladı. Bu olana kadar karşılıklı 2 gol oldu bu arada. FERNANDES’in öldürücü duran topları etkisini sürdürmeye devam ediyor. CENK’in  “Aslında çok yetenekli ama…” dedirten hataları da. BEŞİKTAŞ’ın takipçiliğinden kazandığı 2. gole çok kısa sürede cevap geldi. Oyunun ilk yarısında GS, rakibinin özgüven kazanmasına hiç fırsat vermedi.

İkinci yarıda bambaşka bir BEŞİKTAŞ vardı. Koşmaya devam eden ve bunun yanında düzgünce pas yapan, açıkçası futbol oynayan bir takım geldi sahaya. Bunun sonucu olarak da 3. golü buldu. HOLOSKO’nun GS’ı sevdiğini biliyorduk ama aynı maçta hiç 2 golü yoktu sanırım. O andan sonra da takım olarak müthiş bir güvenle ve gayet tatmin edici bir oyun oynamaya başladılar. Her şey istenildiği gibi gidiyordu…

Ta ki şimdiye kadar alışmış olmamız gereken, ama alışamadığımız, alışamayacağımız hakem faciası gelene kadar. Aileden BEŞİKTAŞ’lı olduğunu iddia eden Burak’a babası nasıl bir BEŞİKTAŞ’lılık öğretmiş acaba?

İşin gerçeği; eğer GS’la oynuyorsanız, hakemin her an sizin aleyhinize çok fahiş bir hata yapacak olmasına hazır olmalısınız. DELGADO’yu kart istediğini iddia ederek atabilir mesela hakem…Ya da 90. dakikada ALMEIDA’nın attığı gol faul diye iptal edilir.. Ofsayttan gol yersiniz, geçerli sayılır.. Elle düzeltilerek kaleye gönderilen top gol diye geçerli sayılır.. Olmadık bir penaltı verilir ve GS yenilmekten kurtarılır vs vs vs…

Bu kararları verenler, Avrupa Kupasında,Şampiyonlar Ligi'nde maç yöneten, ülkenizin gururu olan hakemlerdir. İstisnasız hepsi..

Bunlar hep olur. Giden iki puandır, gelen sizin hayal kırıklığınız.. Adalet duygunuz hasar alır.. Anlayamazsınız rakibinizin bunu nasıl kabullendiğini, böylelikle alınan puanı içine nasıl sindirdiğini.. Öylece sahaya bakarsınız.. Haksızca kazanılan penaltıyı kaleye gönderen Selçuk İnan’ın attığı gole sevinmemesinde bir umut ararsınız; “En azından bu adam farkında her şeyin” diye, belki de sadece iyimserlikten... Maç biter..Çıkarsınız..Açık hava..Şöyle bir bakarsınız gökyüzüne Dolmabahçede’ki ağaçların dallarından görebildiğiniz kadarıyla… Hiçbir zaman, hiçbir rakibinizin sizin takımınıza “Adam gibi oynamadılar, süründüler, haksız kazandılar, çirkeflik ettiler..” diyemediğini düşünürsünüz, gurur duyarsınız.

Bilirsiniz; BEŞİKTAŞ kaybedebilir..Ama alçalmaz…

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Fenerbahçe İzlenimleri




Avrupa Kupası ya da Dünya Kupası da oynansa yerel takımlara ve oyunun yerel yorumuna o kadar alışmışız ki, ülke takımlarından birinin maçı olduğu zaman daha çok ilgimizi çekiyor sanki. Bu ilginin bir sonucu olarak da Şampiyonlar Ligi ön eleme turunda Romen takımı Vaslui ile Kadıköy’de karşılaşan Fenerbahçe’nin bu sezonki ilk ciddi maçından bahsedelim biraz...
Elbette ki tüm Fener taraftarı ve biz diğer futbolseverlerin gözü ilk önce yeni transferlerde oluyor: Dirk Kuyt, Mehmet Topal, Hasan Ali Kaldırım ve BEŞİKTAŞ’lılar olarak yüreğimizin sızısı Egemen Korkmaz..
Kuyt, Kayt, veya Köyt, geleneksel dinamizmini sarı-lacivertli formayla da sürdürüyor. Sürekli hareket halinde ve yakınından ya da uzağından geçen her topa bir şekilde müdahale etmek için büyük bir çaba halinde. Fakat henüz takımın bir parçası olabilmiş değil. Özellikle Gökhan Gönül’le olan uyum problemi çok dikkat çekti. Kuyt’ın sağ önde oynadığı ilk yarı Gökhan ileriye çıkmakta oldukça tereddütlüydü. Geçtiğimiz sezon FB’nin en önemli özelliklerinden biri her iki kanatta da önde ve arkada oynayan oyuncuların birbirleriyle olan uyumu ve yardımlaşmalarıydı. Sağda Gökhan-Mehmet, solda da Ziegler-Stoch birbirleriyle çok iyi ikililer oluşturmuşlardı. Takımın son ana kadar şampiyonluk kovalamasındaki en önemli saha içi dinamiklerden biri belki de budur.
(İnönü stadında normal sezonda oynanan Fenerbahçe maçında çok üstün oynadığı halde BEŞİKTAŞ’ın ancak beraberlik alabilmesindeki en önemli etken kendi kanat oyuncularında sağlayamadığı o yardımlaşmadır mesela.)
Vaslui maçında bu ikililerin ikisinin birden değiştiğini ve bunun bir sonucu olarak da kanat etkinliklerinin azaldığını gördük. Özellikle Kuyt henüz takımdaki hiçbir oyuncuyla herhangi bir uyum belirtisi gösterebilmiş değil. Arkasındaki Gökhan’a birkaç pozisyonda iyi niyetle yardıma gelmiş olsa da gerek hücuma çıkışlarda yaptığı koşular, gerekse topla buluştuğu noktalar hücumu derinleştirebilecek özellikte değildi. Ayrıca 45 dakika boyunca Gökhan’ın hücuma çıkış yollarını da kapattı.

Mehmet Topal’ın sorumluluk almaktan çekinmesi de bir başka problem. Emre’nin yerinin doldurulamadığı herkesçe bilinen, bu maçta sahada da ispatlanan bir gerçek. M.Topal’ın hem defansif hem de ofansif planda “etkisiz eleman” rolüne bürünmesi Alex’i de olumsuz etkiledi. Emre’li FB’nin orta sahadaki akışkanlığından eser yok. Alex kendi stoperlerinin önüne kadar gelip top alıyor ve hücum organizasyonu yapmaya çalışıyor. Düşünün problemin büyüklüğünü…

Hasan Ali’nin çok da kötü oynadığını söylenemez belki de ama Stoch’un formsuzluğu O’nun oyununu biraz gölgeledi. Beklenen kanat ortalarını soldan da göremeyişimizin en önemli sebebi Stoch’un gününde olmayışıydı belki de.
Stoch ilginç bir biçimde, en silik performanslarını  Alex’le birlikte oynadığı maçlarda gösteriyor. Bu ciddi olarak irdelenmesi gereken bir konu olabilir.

İlk yarıda Fener’in çok kötü performansını zincirleme şekilde; kanat oyuncularının uyumsuzluğu, Mehmet Topal’ın çekingen oyun anlayışı, bunun sonucu Alex’in istediği toplarla buluşamaması ve doğal olarak Semih’i de istediği toplarla buluşturamaması şeklinde anlatabiliriz.

İkinci yarı Semih-Mehmet Topuz değişikliği takımın saha içindeki dizilişinde de değişilik getirdi. Kuyt ileri uca geçti, sağda bıraktığı boşluğu Topuz devraldı. Böylelikle en azından tek kanatta da verim sağlanmaya başladı. Mehmet Topuz’un bir çok özelliğinin yanında en önemli etkisi, zaman zaman biraz daha içeriye kayarak rakip sol beki yanıltması ve Gökhan’a ileriye çıkması için bir koridor oluşturması. Bunun Aykut Kocaman tarafından verilen bir taktik olduğundan şüpheliyim. Tamamen yukarıda bahsettiğim uyumun neticesinde bu iki oyuncunun planıymış gibi geliyor bana.
Sol tarafa Caner’in girmesi o kanadı da hareketlendirdi. Hasan Ali de ileriye daha rahat çıkmaya başladı. Beklenen ortalar oradan da gelmeye başladı. Ama gelin görün ki golü bulan rakip takım oldu. Mehmet Topal’ın berbat pasına mı değinsek yoksa Egemen’in yaptığı hataya mı?
Neyse ki son dakikada da olsa Fenerbahçe bir gol bulabildi de deplasmandaki maça çok dezavantajlı bir skorla gitmekten kurtuldu.
FB’de sezon başı olmasının, henüz takımın hazırlıklarını tamamlamamış olmasının, transferin bitmemiş olmasının yanında rakip Vaslui’nin de beklenenden çok daha diri ve fizik açıdan kuvvetli bir takım olmasının da bu skorda payı var. Orta Avrupa’nın klasikleşmiş fizik güce dayalı futbolunun yanında çok teknik oyunculara da sahip Vaslui. Hafife almak tehlikeliymiş demek ki, bu anlaşıldı.

FB’nin turu geçeceğine inanıyorum diyemiyorum, çünkü Aykut Kocaman’ın bu güne kadarki Avrupa maçları karnesi ortada. Vaslui maçına kadar 4 maçta 2 yenilgi 2 beraberliği vardı. Bir çok açıdan baktığımızda da zaten en önemli sorulardan biri şu: FB acaba Alex’siz oynamaya değil de Aykut Kocaman’sız oynamaya mı alışsa..?

Ve bir BEŞİKTAŞ’lı gözüyle sarı lacivertli takıma baktığımda gördüğüm önemli bir nokta daha:
 Ne güzel futbolcumuzdun sen Egemen Korkmaz…

26 Haziran 2012 Salı

CENNETİN ÇOCUKLARI






Avrupa kupası maçlarına çeyrek final sonrası verilen ara. Bu gece maç yok. Ne yapılabilir? Birden film izlemek gibi muhteşem bir fikir geliyor akla. Bu sıcakta gecenin bir saatinde DVD’yi çalıştırmak için uğraşmak bile zor geliyor başlangıçta. Fikir iyiydi ama uygulaması biraz zahmetli..! Can sıkıntısı üşengeçliğe baskın geliyor. Ne zamandır Alkım’dan aldığım filmleri izleme niyetindeyim zaten. 
Takıyorum DVD’yi.. 
Arap alfabesiyle bir şeyler akmaya başlıyor, sonra da görüntü...

Kaç tane Converse’iniz var? Kaç tane günlük ayakkabınız?

Ya spor ayakkabınız? Onların sayısı nedir?

Ben filmi izlerken bir an kendi dolabımda ertesi sabah aralarından seçim yapıp giymemi bekleyen “yazlık” ayakkabılarımdan utandım. İnsanı kendisiyle yüzleştiren filmleri her zaman öne çıkarıyoruz ve çoğu zaman bir İran filmi oluyor bu da…

Kullanılamayacak kadar eskimiş bir çift ayakkabının etrafında dönen bir Majid Majidi filmi Cennetin Çocukları. İran sinemasının kendine özgü o kıvamı ve filmi Oscar adaylığına götüren gerçekliği...

Zehra’nın biricik ayakkabılarının büyük bir şanssızlık sonucu  kaybolmasından itibaren gösterdiği olgunluk ve kaybolmanın müsebbibi Ali’yle girdiği yardımlaşma o kadar etkileyici anlatılmış ki, ister istemez soruyorsunuz “Ben kardeşim için neler yapıyorum?” diye. 
Yaşadıkları muazzam maddi kısıtlar içindeki gündelik hayat, henüz ergenliğe bile girmemiş bu iki çocuğu kendi şartlarında çözüm bulmaya itiyor. Ama bir bez ayakkabıyı sırayla ortaklaşa kullanmaktan daha iyi bir çözüm değil bu.
Ali’nin kardeşinin ayakkabılarını kaybetmiş olmaktan kaynaklı üzüntüsü, O’nu her durumu kardeşine yeni bir ayakkabı alabilme fırsatına çevirme çabasına itiyor.

Babasıyla çalışmak için gittiği büyük şehirde para kazandıktan sonra kurduğu en büyük hayal kardeşine yeni bir ayakkabı alabilmek.

İş istemek için bir villanın zilini çalıyorlar.. Megafondan “Kim o?” sesi geliyor. Ali sıçrarcasına dönüp babasına bakıyor. O anda yüzündeki şaşkınlık sizi etkiliyor, gözleri ayna etkisi yapıyor. Birden kendinize bakıyorsunuz ve kesinlikle siz de çok şaşkınsınız. Ali’nin yüzündeki masumiyetten eser yok yüzünüzde ama kendi kendinize soruyorsunuz:
"Benim burnum ne ara bu gördüklerime acıyacak kadar büyüdü acaba?"


17 Ocak 2012 Salı

KİM BİLİR..?




İstanbul kar altında..

Önlerinde yanan bir soba..

Üzerinde çaydanlık..

Ve kim bilir..



"Kimden umarız..

Emr-i bil ma'ruf..

Kim bilir..

Kimden umarız..

Nehy-i anil münker.."

11 Ocak 2012 Çarşamba

İÇİNDE YAŞADIĞIM DERİ





Ünlü bir plastik cerrah olan Robert’in karısı, kardeşiyle kaçıyor.Kaza geçiriyorlar, araçta yangın çıkıyor.Sonradan kaplan kılığında karşımıza çıkan ama aslında insanı kadın-erkek ilişkilerinden soğutacak kadar insanlık dışı bir varlık olan kardeş kaçmayı başarıyor, kadın yanıyor.Robert son anda karısını kurtarmayı başarıyor ama kadın tanınmayacak halde... Yanık tedavisi sürerken kadın intihar ediyor.Buna şahit olan kızı ruhsal bunalıma giriyor.Tam normalleşmeye başlamışken kız da bir tecavüz girişimine maruz kalıyor.Robert kızına tecavüz etmeye kalkışan adamı yakalıyor.Cinsiyetini değiştirerek kadın haline getiriyor ve estetik çalışmalarla O’nun ölen karısının bir benzeri haline getiriyor.Tam bu sırada Robert’in tekrar ortaya çıkan kardeşi, birlikte kaçarken kaza yaptıkları kadın zannederek eski erkek ve eski tecavüzcü olmak gibi garip özellikleri bünyesinde barındıran bu kadına tecavüz ediyor. Bütün bunların üzerine bu kadın da Robert’i ve annesini öldürerek kaçıyor…

Nasıl?

“Hiç mi insafın yok Pedro Almodovar?” diyor musunuz?

Demeyin..

Çünkü çektiği filmlerde ilk defa bir senaryo Almodovar’ın kendisine ait değil.Eğer öyle olsaydı; kaçan kadın (kadın haliyle olan adıyla Vera Cruz) son sahnede annesinin dükkanına girer ve onunla gözgöze geldiği anda film biterdi.Öyle olmuyor..Annesine, “oğlu” olarak çıktığı mağazaya nasıl olup da “kızı” olarak döndüğünü anlatıyor Vera.

Filmde psikolojisi normal olan bir Allah’ın kulu yok.Bunu belirteyim.Almadovar’ın film çekerken 3. sayfa haberlerinden yararlandığını biliyordum, duymuştum ama ben böyle bir 3. sayfa gördüğümü hatırmalıyorum.İspanyol gazetelerinin içeriklerini merak etmeye başladım doğrusu.Bütün suçu da senariste atmamak lazım.

“Annem Hakkında Her Şey”le birlikte bu filmde de gördük ki Almadovar sadece her türlü kadın hikayesini anlatmakla kalmıyor, kadınlaştırılmış erkeklerin öyküsünü anlatmakta da çok başarılı.Bunu yapabilen başka bir yönetmen görmedim ben.Görebileceğimi de düşünmüyorum..

Film bittiğinde ısrarla jeneriği bekledim.Müzikleri kim yapmış acaba diye.. Alberto Iglesias…
Konuş Onunla ve Annem Hakkında Her Şey gibi Pedro Almodovar filmlerinin daimi müzisyeni..Çok başarılıydı müzikler...

Ve benim olduğum yerden bakınca görünen başka bir şey: Almodovar’ın apoletlerinde bol miktarda yıldız var ve her filminde bu yıldızlara yenileri ekleniyor.. Bir çok yönetmende rastlayabileceğimiz benzer tarzların çok dışında, özgün filmler görüyoruz her seferinde.Ağzımızda biraz jilet tadı bıraksa da vazgeçemiyoruz..

5 Ocak 2012 Perşembe

DEHLİZ




Bilen var mı,gören,


işiten var mı

şehrin çığlıklarını,

masum bir akşam vaktinin

güngörmemiş sancılarını

...ve acılarını ruhumun

neden sus pus olmuş bu deniz

bu gök,bu yer

kalbime kement olmuş

bu sonsuz keder

neden bu bulut karası, neden bu dehliz...


(Şiir Ramazan YILMAZ)

4 Ocak 2012 Çarşamba

BİR BİLİM ADAMININ GÜNLÜĞÜ




Bir süredir “kafadar” lıkla “dar kafalılık” arasında bir ilinti bulunduğunu düşünüyordum. Bu düşünce uzun zamandır, özellikle akşam yemeklerinden sonra kafamı meşgul ediyor. En sonunda bu fikrimi temel alarak bir tez oluşturdum ve bu tezi ispatlamaya yönelik kanıtlar aramaya başladım.Fakat ne kadar uğraştıysam da elle tutulur bir sonuca ulaşamadım. Çok üzüldüm ama şimdi yavaş yavaş bu tezimin yanlış olduğunu kabullenmeye başlıyorum. Hayal kırıklığı değil belki ama sonuca ulaşamamış olmanın burukluğu var içimde. Şimdi yeni bir konu üzerine çalışmaya karar verdim:”Sudan’daki açlık ve kıtlığın altındaki sudan sebepler” Umarım bu konuda da aynı sonuçla karşılaşmam da adam gibi bir makale ya da kitap oluşturmamı sağlayacak verilere ulaşırım.

 Bilim dünyasında adımı duyurup Nobel ödülü almak, bir elemente ismimin verilmesini falan istiyorum..