Gael’le dostluğumuz 2000 yılına dayanır. Beyoğlu’nun en
güzel sineması olan Alkazar’da tanışmıştık. Ben bir film izliyordum, O da
filmde baş rol oynuyordu. Paramparça Aşklar Köpekler (Amores Perros).. O gün
filmden sonra çıkışta ben İstiklal caddesine çıkıp meydana doğru yürüdüm, O ise
yatsı namazına Süleymaniye’ye yetişmek için hızlı adımlarla tünele doğru gitti.
Çok istememe rağmen bir türlü diyalog kuramadık. Sonra birkaç filmde daha
karşılaştık. Motosiklet Günlüğü’nde bildiğim her zamanki Gael’di. Almadovar’ın “Kötü
Eğitim”inde ise eşcinsel bir karaktere büründüğünü görünce şaşırdım. Bu kadar
büyük bir değişiklik beklemiyordum O’ndan…
Sonra bir süre görüşemedik. Meksikalı olması nedeniyle dil problemi
yaşıyorduk zaten, ben O’nu ancak
altyazıyla anlayabilirken o beni hiç duymuyordu bile.
Bir Cuma öğleden sonrası internette gezinirken birden bir
fotoğrafına rastladım. Sağ omuzunun üzerinden bir yerlere bakıyordu. En üstte
ismi vardı: Gael Garcia Bernal.. Ortada ise kocaman bir şekilde kalın
puntolarla ve siyah renkle bir şey daha yazıyordu: NO…
Evet..Anladığım kadarıyla arkadaşım Gael’in yeni bir filmi
söz konusuydu. Küçük bir araştırmayla filmin adının NO olduğunu, aslında bu
filmin geçtiğimiz Film Ekimi etkinliğinde gösterildiğini, şu sıralar ise bir
kez daha gösterime girdiğini ve fakat bu gösterimin koca İstanbul’da sadece
Beyoğlu Sinemasında olduğunu öğrendim. Ulaşım imkanlarının bu denli yüksek
olduğu bir ortamda, yalnızca kıta değiştirmek zor geldiği için filmi izlememek
hiç de şık bir davranış olmayacaktı. Gael’e hiçbir bahaneyle bunu anlatamazdım.
Mecburen hızlı bir planlama yaparak kendini Mayıs ayında zanneden bir Şubat
günü öğleden sonrasında Beyoğlu’nun yolunu tuttum.
Şili’nin ünlü ve olmaz olasıca diktatörü Agusto Pinochet’nin
iktidarının devam edip etmemesini belirleyecek bir seçim arefesinde, “Hayır”
yani “No” kampayası sırasında oluşan baskılar ve verilen mücadeleden
bahsediliyordu filmin anlatıcısı bir gazete yazısında. Arkadaşım gene sol
tandanslı muhalif ve aktivist bir role bürünmüştü anlaşılan. Sever böyle
şeyleri.
“Film perdede akarken kim bilir kaç Türk izleyici, ülkesinde
var olduğuna inandığı baskılı ortamda bir şeylere hayır demek için fırsat
arıyor, kendi kafasındaki demokrasiye uygun bir şeyler bulmak istiyor ve kim
bilir kaç kişi mücadelesinden dolayı hayranlık dolu bir gözle bakıp kendini Bernal’le
özdeşleştirecek” diye düşünürken reklam bitiyor, film başlıyor. Başlangıç
sekansı 1988 yılının olumsuz estetik anlayışıyla dekore edilmiş bir toplantı
masasının etrafındaki insanlardan oluşuyor. Bir reklam ajansının toplantısı
olduğunu anlıyoruz. Yeni çıkmış bir kola markası olan “Free” için çekilmiş bir demo üzerine tartışıyor
masadakiler. Reklamcılar müşteriyi “Gençler özgürlük istiyor” vs.. sözlerle
ikna etmeye çabalıyorlar.
Film devam ettikçe beni bir kandırılmışlık hissi sarmaya
başlıyor.
Hayır..
Böyle olamaz..
Bu olmamalı..
Bu filmde bir resmen bir reklamcılık güzellemesi izliyoruz Bunları
düşünerek gelmemiştik filme. Biz bir diktatörün estirdiği faşizmi, zorbalığı,
tek ses-tek tipliliği iliklerimize kadar hissetmeyi bekliyorduk. Otoriter
rejimin ne kadar kötü bir şey olduğunu bu filmle idrak edecek olanlarımız ne
yapacaklar şimdi? Bir yandan da aramızda, gördüklerini 2013 Türkiye’siyle
örtüştürmeye niyetlenenler vardı. Nasıl olur da siz koca diktatörün zalimliğini
sadece birkaç sokak gösterisine yapılan müdahele, bir tane de karakol dayağıyla
geçiştirerek bizden gizlersiniz? Nasıl olur da reklamın seçimler üzerindeki
etkisini biz 2000’lerde keşfetmişken siz bunu ta 1980’lere kadar götürürsünüz.
Hem demek ki siz bizi ilk defa kandırmıyorsunuz. Daha önce de bildiğiniz reklam
etkisini bize 20 yıl sonra öğrettiniz. Bizde “image maker” kullanan ilk
başbakan’ın iktidarı henüz sürüyor..
Film sadece Evet’çilerle Hayır’cılar arasındaki bir reklamcı
çatışmasına bağlı olarak kalmış maalesef. “No” kampanyasını yürüten ekibin
çalışma ofisinin önünde park etmiş birkaç arabanın içinden bakan karanlık
adamlar haricinde bir tehdidin olduğunu görmek zor. Ne otoriterlik, ne faşizm
ne de dikta… Hiçbir etkinliğini göremiyoruz. İnsan “Pinochet de diktatör müymüş,
hadi canım sen de” diyerek çıkabilir bu filmden.
80’li yılların televizyon, kıyafet, dekor vs.. gibi
hatırlarını özlemediğimi fark ettim bir de. Zaten benim o yıllarda şahit
olduğum dünyanın pastelliği buradaki gibi “sıfır” düzeyinde değildi. Bu
renklerin doygunluğu fazla olmuş biraz.
Sinemanın önünde bir sigara yaktım. Gael’in tam performansla
oynamadığını düşünüyordum ki gene tünele doğru gittiğini gördüm. Bir kaykaya
binmişti, ben toparlanıp seslenene kadar gözden kayboldu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder