Ece Ayhan'a saygı...
Futbol..Edebiyat..Fotoğraf.. Ve herhangi bir zamanda herhangi bir yerde başıma gelebilecek başka şeyler..
Sayfalar
24 Ekim 2013 Perşembe
9 Mart 2013 Cumartesi
Sahadaki Yaylar...
Ligin geride kalan
24 haftasında birkaç kez liderlik fırsatı yakaladığı halde bunları her seferinde
auta atmayı başarmış olan Beşiktaş için, Trabzon’daki maçta alınacak muhtemel
bir galibiyet sonrasında liderlik ihtimali yoktu. Ama ondan çok daha önemli bir
şansa sahip olacaktı: Ligin momentumu.. İçeride alınan havalı ve unutulmaz FB
galibiyeti sonrasında iyi bir hava yakalanmıştı. GS’ın puan kaybıyla başlayan
haftada Beşiktaş’ın deplasmandan kapacağı 3 puan tam bir krema olabilir, tüm
yelkenleri dolduran dengeli bir rüzgar işlevi görebilirdi. Zorlu deplasmanlara
çıkmadan önce de moral bakımdan üst noktaya ulaşmış bir takım haline gelmenin
yanında, sakat oyuncuların da dönmesiyle son düzlüğe en iyi halinde girebilme
fırsatı da önündeydi. Madem lig uzun bir maraton, en iyi çıkış trendini
yaklamak için en uygun zamanlar bu haftalardı zaten.
Evdeki bütün hesaplar kuruşu kuruşuna hesaplandığında
kardaydık kısacası. Ama tutmadı…
Oyun başlamadan önce Samet Aybaba verdiği röportajda
savunmaya dönük oynayan ve daha çok kontra kovalamayı bekleyecek bir plan
sinyali verdi. Trabzonspor’un baskılı oynamasını beklediğini söyledi. Beşiktaş
sanki geride bekleyip kontra ataktan gol bulursa üzerine yatacakmış gibi
anlaşılabilecek bir konuşmaydı Hoca’nınki. Çok inanasım gelmedi başlangıçta.
Sezon başından beri oynadığımız hiçbir maçta bu stratejiyi görmemiştik çünkü.
Beşiktaş’ın geride bekleyen bir takım olabilmesi eşyanın tabiatına aykırı.
Adeta görünmez bir yay tüm oyuncuları geriye yaklaştıkça itiyor. Zeminden
elektrik veriyorlar da kimse ayaklarının üzerinde durmak istemiyor, mecburen
koşuyor sanki. Bu profili çizmiş bir takımın beklemesi de ne demek? Ayrıca ilk
11’de çıkan orta saha ekibine baktığımız zaman da tamamen hücumcu bir kadro
görüyoruz. Fernandes-Toraman ikilisi zaten standart oldu artık. Ama Veli’nin
olmadığı, yerine Oğuzhan’ın oynadığı orta saha “bağlasan durmaz” havası
veriyor. Olcay’ın durmadığını ise hoca söylemişti zaten.
Trabzonspor tarihindeki en iyi sezonlardan birini travmatik
bir şekilde sonlandırdıktan sonra işi trajediye dökmeye aday bir halde
çıkıyordu maça. Hızlı bir oyuncu kaybı serisi yaşadı ve maalesef ki yerlerine
aldığı oyuncular, takımı puan sıralamasında düşme hattının ancak 3 puan
üzerinde tutabilecek kadar performans gösterebildiler. Yaralı bir rakip vardı
ve bu tehlikeliydi. Muhtemelen Samet hoca bunu fazlaca dikkate aldı, GS’ın
yenilgi aldığı bir haftada benzer bir sonu yaşayıp da tamamen karamsarlığa
girmekten çekindi.
İlk yarıda futbol
adına çok az şey oldu.
Holosko’nun çizgiden çevrilen topu, Niang’ın
istediği falsoyu veremediği bir şutu haricinde bir tehlike oluşturamadı
Beşiktaş. Rakip de öyle. Emre Özkan’ın yerini Gökhan Süzen’e bırakması belki de
en kayda değer olaydı. Fernandes’in ceza sahası içinde yerde kaldığı pozisyon
için penaltı denilebilir mi? Bence hayır.
İkinci yarıda da yine
Niang’la ve Olcay’la yakalanan pozisyonlar gole çevrilemedi. Tamamen uyutucu
tempoda oynanan bir devre izledik. Bir ara Beşiktaş orta sahasının
buharlaştığını düşündüm. Cisim olarak yerlerinde olsalar da konsantrasyonları
tamamen bitikti. Trabzonspor çok rahat bir şekilde top çevirmeye başladı ama
onlar da yaratıcı oyuncu eksikliğinden pozisyon bulamadılar. Beşiktaş’ın bu
sıra dışı performansına kenardan müdahale geldi, Necip Uysal oyuna girdi ama bu
da etki etmedi. Genç kaptan henüz hazır değildi çünkü.
Karşılaşma boyunca futbol izlediğimizi düşündüğümüz tek bir
an oldu: Niang’ın arkasındaki savunma oyuncusunu perdeleyerek sol ayağıyla
vurduğu topa kaleci Onur’un mükemmel bir refleksle uzanışı.
Sadece bu kadar…
Fernandes’in de oynadığı bir maçı izlerken yalnızca bununla
yetinmek ömürde bir kere olur herhalde, o da bu akşama rastladı.
Ama en önemli an bence bunların hiçbirisi değildi. En önemli
an; Oğuzhan’ın kıvrak bir çalımla ceza sahasına girerken Nianga pas atmayıp da
kendi gitmeyi tercih etmesiyle başladı. Oğuzhan şut çekme fırsatı bulamadı,
Mustafa Yumlu araya girdi ve pozisyon kaçtı. Niang pas alamadığı için isyan
etti. Kamera Oğuzhan’ı gösterdiğinde “Evet, anlıyorum, evet” gibi bir tavırla
başını sallıyordu Oğuzhan. Uzak plan çekimde gördük ki Oğuzhan’ın dikkatle
dinlediği şey Fernandes’in anlattıklarıymış . Daha önce bahsettiğim usta-çırak
ilişkisinin net bir yansımasıydı o görüntü ve maç boyunca beni gülümseten tek
andı.
Gülümseyemedim
çünkü ortada alınan 1 puan değil, kaçan bir galibiyet var. Sahada oynanan
futbola göre değil takımın potansiyeline göre söylüyorum bunu. Fakat hala
umudumuz güçlü bir şekilde sürüyor. İlk yarıda Sivas-Fenerbahçe-Trabzonspor
üçlüsünden 1 puan alabilmişken, bu yarıda 7 puana ulaştık. İyi bir grafiktir
bu, yürüyüşe başlamak için iyi bir çıkış…
Art arda gelecek zorlu deplasmanlar var. Bunların arasında
da mabedimizde son 4 resital.
Ayağa kalkıp güneşe yürümek için nefesimiz, en gür sesimiz, formamız,
atkımız, kombinemiz hazır…
Geliyoruz…
4 Şubat 2013 Pazartesi
Gael Garcia Bernal..Ve NO..
Gael’le dostluğumuz 2000 yılına dayanır. Beyoğlu’nun en
güzel sineması olan Alkazar’da tanışmıştık. Ben bir film izliyordum, O da
filmde baş rol oynuyordu. Paramparça Aşklar Köpekler (Amores Perros).. O gün
filmden sonra çıkışta ben İstiklal caddesine çıkıp meydana doğru yürüdüm, O ise
yatsı namazına Süleymaniye’ye yetişmek için hızlı adımlarla tünele doğru gitti.
Çok istememe rağmen bir türlü diyalog kuramadık. Sonra birkaç filmde daha
karşılaştık. Motosiklet Günlüğü’nde bildiğim her zamanki Gael’di. Almadovar’ın “Kötü
Eğitim”inde ise eşcinsel bir karaktere büründüğünü görünce şaşırdım. Bu kadar
büyük bir değişiklik beklemiyordum O’ndan…
Sonra bir süre görüşemedik. Meksikalı olması nedeniyle dil problemi
yaşıyorduk zaten, ben O’nu ancak
altyazıyla anlayabilirken o beni hiç duymuyordu bile.
Bir Cuma öğleden sonrası internette gezinirken birden bir
fotoğrafına rastladım. Sağ omuzunun üzerinden bir yerlere bakıyordu. En üstte
ismi vardı: Gael Garcia Bernal.. Ortada ise kocaman bir şekilde kalın
puntolarla ve siyah renkle bir şey daha yazıyordu: NO…
Evet..Anladığım kadarıyla arkadaşım Gael’in yeni bir filmi
söz konusuydu. Küçük bir araştırmayla filmin adının NO olduğunu, aslında bu
filmin geçtiğimiz Film Ekimi etkinliğinde gösterildiğini, şu sıralar ise bir
kez daha gösterime girdiğini ve fakat bu gösterimin koca İstanbul’da sadece
Beyoğlu Sinemasında olduğunu öğrendim. Ulaşım imkanlarının bu denli yüksek
olduğu bir ortamda, yalnızca kıta değiştirmek zor geldiği için filmi izlememek
hiç de şık bir davranış olmayacaktı. Gael’e hiçbir bahaneyle bunu anlatamazdım.
Mecburen hızlı bir planlama yaparak kendini Mayıs ayında zanneden bir Şubat
günü öğleden sonrasında Beyoğlu’nun yolunu tuttum.
Şili’nin ünlü ve olmaz olasıca diktatörü Agusto Pinochet’nin
iktidarının devam edip etmemesini belirleyecek bir seçim arefesinde, “Hayır”
yani “No” kampayası sırasında oluşan baskılar ve verilen mücadeleden
bahsediliyordu filmin anlatıcısı bir gazete yazısında. Arkadaşım gene sol
tandanslı muhalif ve aktivist bir role bürünmüştü anlaşılan. Sever böyle
şeyleri.
“Film perdede akarken kim bilir kaç Türk izleyici, ülkesinde
var olduğuna inandığı baskılı ortamda bir şeylere hayır demek için fırsat
arıyor, kendi kafasındaki demokrasiye uygun bir şeyler bulmak istiyor ve kim
bilir kaç kişi mücadelesinden dolayı hayranlık dolu bir gözle bakıp kendini Bernal’le
özdeşleştirecek” diye düşünürken reklam bitiyor, film başlıyor. Başlangıç
sekansı 1988 yılının olumsuz estetik anlayışıyla dekore edilmiş bir toplantı
masasının etrafındaki insanlardan oluşuyor. Bir reklam ajansının toplantısı
olduğunu anlıyoruz. Yeni çıkmış bir kola markası olan “Free” için çekilmiş bir demo üzerine tartışıyor
masadakiler. Reklamcılar müşteriyi “Gençler özgürlük istiyor” vs.. sözlerle
ikna etmeye çabalıyorlar.
Film devam ettikçe beni bir kandırılmışlık hissi sarmaya
başlıyor.
Hayır..
Böyle olamaz..
Bu olmamalı..
Bu filmde bir resmen bir reklamcılık güzellemesi izliyoruz Bunları
düşünerek gelmemiştik filme. Biz bir diktatörün estirdiği faşizmi, zorbalığı,
tek ses-tek tipliliği iliklerimize kadar hissetmeyi bekliyorduk. Otoriter
rejimin ne kadar kötü bir şey olduğunu bu filmle idrak edecek olanlarımız ne
yapacaklar şimdi? Bir yandan da aramızda, gördüklerini 2013 Türkiye’siyle
örtüştürmeye niyetlenenler vardı. Nasıl olur da siz koca diktatörün zalimliğini
sadece birkaç sokak gösterisine yapılan müdahele, bir tane de karakol dayağıyla
geçiştirerek bizden gizlersiniz? Nasıl olur da reklamın seçimler üzerindeki
etkisini biz 2000’lerde keşfetmişken siz bunu ta 1980’lere kadar götürürsünüz.
Hem demek ki siz bizi ilk defa kandırmıyorsunuz. Daha önce de bildiğiniz reklam
etkisini bize 20 yıl sonra öğrettiniz. Bizde “image maker” kullanan ilk
başbakan’ın iktidarı henüz sürüyor..
Film sadece Evet’çilerle Hayır’cılar arasındaki bir reklamcı
çatışmasına bağlı olarak kalmış maalesef. “No” kampanyasını yürüten ekibin
çalışma ofisinin önünde park etmiş birkaç arabanın içinden bakan karanlık
adamlar haricinde bir tehdidin olduğunu görmek zor. Ne otoriterlik, ne faşizm
ne de dikta… Hiçbir etkinliğini göremiyoruz. İnsan “Pinochet de diktatör müymüş,
hadi canım sen de” diyerek çıkabilir bu filmden.
80’li yılların televizyon, kıyafet, dekor vs.. gibi
hatırlarını özlemediğimi fark ettim bir de. Zaten benim o yıllarda şahit
olduğum dünyanın pastelliği buradaki gibi “sıfır” düzeyinde değildi. Bu
renklerin doygunluğu fazla olmuş biraz.
Sinemanın önünde bir sigara yaktım. Gael’in tam performansla
oynamadığını düşünüyordum ki gene tünele doğru gittiğini gördüm. Bir kaykaya
binmişti, ben toparlanıp seslenene kadar gözden kayboldu…
Büyük Şehirler...
Büyük sehirlere bağlanma Mehmedim
Öyle bir şehre yerleş ki
Küçük fakat bizim olsun
Sokaklarında tanımadığın yüz
Ensesine şamar atamayacağın kimse dolaşmasın
Küçük fakat bizim olsun
Sokaklarında tanımadığın yüz
Ensesine şamar atamayacağın kimse dolaşmasın
Her ağacına elin
Her karış toprağına terin değsin
Ve kuytu evlerden birinde
Senden habersiz ölenler olmasın
Her karış toprağına terin değsin
Ve kuytu evlerden birinde
Senden habersiz ölenler olmasın
Bedri Rahmi Eyüboğlu
1 Şubat 2013 Cuma
Korkmak İyidir
Geçtiğimiz hafta bir derbi izledik.Bu sene oynadığımız diğer derbilerdeki gibi bol şapkalı bol tavşanlı bir derbiydi bu. Fakat herkesin düşündüğü, ilk aklına geldiği gibi BEŞİKTAŞ'a ait tavşanların Samet Aybaba'nın şapkasından çıkışından bahsetmiyorum. Galatasaray cephesinde de oldu benzerleri.Fakat kazanan taraf olduğu için pek dikkati çekip de garipsenmedi bunlar.
Felipe Melo ülke gündemine 2. Tükürük Olayı'nı sokmak suretiyle takımını 10 kişi bıraktıktan sonra Fatih Terim iki hücum oyuncusunu oyundan aldı, yerlerine bir orta saha ve bir de defans "eleman"ı yerleştirdi. Bunu yaparken maçın bitimine 30 dakika vardı, Galatasaray 2-1 öndeydi ve Muslera'nın forması tertemizdi. Koca 60 dakikada, BEŞİKTAŞ tek bir atak bile geliştirememiş, duran toptan bulduğu gol dışında savruk bilinçsiz, cılız deneyler yapmış fakat kalite farkını aşamayarak çaresizlik içinde kalakalmıştı. Buna rağmen Terim takımının defans güvenliğini artırıcı tedbirler aldı. Çünkü korktu. Korktu çünkü bazen korkmak gerekir ve ne zaman korkacağınızı bilmek sizi büyük hoca yapabilir. Hırsla saldırmak bazen çok pahalı faturalarla döner size.
Fatih Terim geçtiğimiz sezon sahasında Fenerbahçe'ye 3-1 kaybettiği lig maçında korkmamıştı mesela. Son derece saldırgan ve atak futbolu benimseyen takımını dizginleme, durup bir düşünmelerini sağlama, neler olup bittiğini anlama imkanı oluşturma gereği duymadı. Mükemmel bir futbol oynayıp, pozisyon üstüne pozisyon bulup 3-1 yenildiler. Çünkü bir an bile korkmadılar.
Oysa mantıklı olan korkudur bu tür anlarda.
Oyunu kilitleyip sadece kendini savunmanın, rakibinin oynamasına izin verip, açıklarını yakalama durumunda kontrollü bir hücumun, bazı maçlar için, maçların bazı anları için çok iyi bir taktik olduğunu Samet Aybaba anlayamadı. Anlamış ama kabullenememiş de olabilir. Sıklıkla söylediği "Biz büyük takımız" düşüncesi bazı anlarda korkmuş görünmekten utanmasına sebep oluyordur. Ama büyük takım olmak; sahada helak olmak anlamına mı geliyor yoksa her durum ve şartta -bir kaç istisna maç haricinde- istediğini almak demek mi büyük olmak? Büyük olmak galiba biraz da çekinmeyi bilmek demek; doğru zamanlama ve dozajda bir çekinmeyi...
Karabük belalı bir takım. Bunu, ülkedeki oligarşik takımlarla yaptıkları maçlarda defalarca izledik bu sezon. Herkese 3-1'i uygun görüyorlar. Sol kanattan akıp gelen Ahmet İlhan, sağda Juju ve saygıdeğer Lualua ile oluşturdukları hücum hattı gayet tehditkar. Böyle bir takım karşısında 2-0'ı bulmuşsunuz. Kendi evinizde oynuyorsunuz. Rakibiniz de 10 kişi kalmış. E artık kaza yapmamak için biraz iştahınızı kesin, topu tutmak için orta sahanızı kalabalıklaştırın, biraz geri yaslanın, pas yaparak geçiştirmeyi bilin...Kısacası biraz korkun değil mi?
Hocamız bunu uygun görmedi.
Birden 2-2'ye geldi skor.
Almeida'nın sakatlığı nedeniyle yapılan değişiklikte koca takımın tek forveti olarak 18 yaşındaki Sinan Kurumuş'un sahaya girmesini anlayabilirim. Skor üstünlüğüne sahipsiniz ve oyununuz yeni goller de vaat ediyor. Genç oyuncuyu kazanmanın bir yolu olabilir bu maçı değerlendirmek. Zaten tek forvetli düzen için alternatifiniz de yok.
Fakat 2-2'lik skorda Fernandes'in çıkmasını nasıl anlatabilirsiniz bize?
Ya Ersan'ın yerine Escude'yi oyuna almak?
Samet Aybaba 2. kez seyircinin önüne atıyor Ersan'ı. Bir hatasında daha benzer bir değişikliği yapmıştı. Bu tür tercihlerin bu camiada nasıl karşılandığını en çok kendisi bilir halbuki.
Almeida'nın attığı gollerin haricinde BEŞİKTAŞ'ın oyunu rakip alana yıkabilmesi için ne kadar önemli olduğu da anlaşılıyor 2 haftadır. Pasla çıkmaya değil de uzun topları indiren pivotla oynamaya alışmış bir takım var ortada ve bir kez daha tekrarlanan sakatlığıyla 1,5 ay daha o pivotundan yoksun kalacak. Kulüp doktoru "Dinlensin" derken teknik heyetin sahaya sürmesi büyük bir profesyonellik hatası.
Maç sonrası açıklama yapan Samet Aybaba "Toparlamaya çalışan Oğuzhan var. Toparlamaya çalışıyor ama gücü o kadar" dedi. Ersan'a yapılan fiili eleştiriden sonra Oğuzhan'a da sözlü eleştiri. Üstelik bu da ilk değil.
Futbolcuları tüm kamuoyu önünde eleştirmek hangi teknik direktöre fayda sağlamış şimdiye kadar acaba.
Futbolcuları tüm kamuoyu önünde eleştirmek hangi teknik direktöre fayda sağlamış şimdiye kadar acaba.
4 Ocak 2013 Cuma
Haneke Israrıyla; Amour

Birileri telefon numaramı vermiş olmalı ki , Michael Haneke dün gece geç saatlerde aradı beni. Girişten de anlaşıldığı gibi Kafkavari bulanık bir konuşma oldu.Son filmine gidip gitmediğimi sordu.Hayır henüz gitmedim,ama her an gidebilirim de, belli olmaz... Haneke karanlık bir otorite havasında durmadan filme gitmem için ısrar ediyor. Ben bozuk hatta olmayan Fransızcamla “Ben nargile içmeye gitmeyi düşünüyordum” diyorum. Haneke sinirlenerek filminin Cannes'da Altın Palmiye aldığını söylüyor ve tehditler savurarak konuşmasını bitiriyor.Sonuç olarak nargileyi iptal ediyorum, ertesi gün Capitol’deki Sinemada, Amour'a gitmek üzere saat 15’de yola çıkmaya karar veriyorum.
Cuma günü : Haftanın tüm yorgunluğu üzerimde. İstanbul'un başı kararsız ve 1-2 gün içinde kar vaad eden hava ile dertte , yani O hepimizden çok yorgun... Çevre yolundan geçerken arabanın camındaki buğuyu siliyorum, çatılar üzerinden İstanbul'u hiç böyle izlememiştim, Kadıköy, Çamlıca, Acıbadem, Altunizade ve tüm bunların içinde Aşk’ın yeri neresi peki?...İzleyiciye " Soru şu: O’nun fiziksel acılarına son verip ikinizin de ruhen kurtulmasına giden yolu açmak mı yoksa bu ıstırapları bir sınav olarak kabul edip devam etmek mi?" diye kafa karıştırıcı cümleyle sesleniyor bir eleştirmen yazısında. Fiziksel acıları veya kimin hangisini tercih edeceğini bilemem ama insanlığın kaç bin yıllık tarihinde herhangi bir “ruhen kurtulma” yolu bulunabildiğinden gayet şüpheliyim. Her yaşadığımızın bir sınav olduğu inancına kuvvetle bağlıyım.
Capitol'e geldiğimde filme tam bir saat var daha. Demek ki bu süre içinde kalabalığın içinde mağazalara bakılarak boş boş gezinilebilir, arada saatçi vitrinlerindeki modeller incelenebilir, hatta sonradan kendi kendine “Neden bir alış-veriş merkezindeki sinemaya geldim ki ben” diye söylenilebilir. Neyse dön-dolaş bir saat Capitol’de sessizce yitirildi ve tam vaktinde 5 numaralı salonun önündeyim. Ama görevli yok. Görevlinin olmaması bir sinema izleyicisi için büyük bir sorundur çünkü biletinizi göstermeden salona giremezsiniz. Girerseniz ve bu fark edilirse rezil olma ihtimaliniz var. Nitekim artık her yeri gözleyen güvenlik kameraları olduğu müddetçe fark edilmeme ihtimaliniz de yoktur. Sağa bakınıyorum, sola bakınıyorum görevli yok. Tüm yönlere doğru bakmaya başlamışken görevli geliyor, biletimin ucunu biraz yırtmak suretiyle içeriye girişimi onaylıyor. 2 saat 6 dakika boyunca bana ait olan koltuğuma gömülüyorum.
Hanake çok acımasızca üzerimize saldırıyor. Görmek istemediğimiz bir çok gerçeği suratımıza çarpıyor. Salondan çıkıyorum, alış-veriş merkezinden de çıkıyorum. Biraz yürüyorum. Arabaya biniyorum, eve geliyorum.Uyukluyorum, uyanıyorum. Yüzümde ağır bir yumruk acısı var.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)