İŞTE BUNU SEVİYORUM...
Futbol..Edebiyat..Fotoğraf.. Ve herhangi bir zamanda herhangi bir yerde başıma gelebilecek başka şeyler..
Sayfalar
25 Kasım 2012 Pazar
24 Kasım 2012 Cumartesi
Beklenmedik Fayda
Thomas Edison herkesin elektriği bulduğunu zannettiği
insandır. Buluşlarıyla 20. yüzyılın başlarından günümüze kadarki yaşamı oldukça
değiştiren Amerikalı mucittir kendisi ama elektriği bulmamıştır. Elektrik O’nun
zamanına kadar çoktan bulunmuştu. Edison elektrik ampulünü bulmuştur. Hani şu
evlerimizi aydınlatan, bakkalda markette tanesi 3-5 TL’ye satılan, ara sıra
patlayan, patladığı zaman çok da sorun etmediğimiz, çekmecede duran yedeğiyle
değiştirdiğimiz, elektrikle çalışan en basit yapılı lamba. Sanayi devriminden
sonra hızla gelişen üretim yollarının bir sonucu olarak bu kadar önemsiz ve
sıradan gördüğümüz bu ampulü yapabilmek için 1999 tane deneyde başarısız olmuş
ancak 2000. denemesinde amacına ulaşmıştır Edison.Bu başarısız deneyler, bana
göre tarihin en idealist, en vizyoner bakış açılarından birini ortaya çıkarmaya
yardımcı olmuştur: Thomas Edison, “Ampulü buldun ama bunun için uğraşırken 1999
tane deneyin boşa gitti” şeklinde bir ifadede bulunan yakınlarına mükemmel bir
cevap vermiş: “Hayır..Ampule gitmeyen 1999 tane yol keşfettim…”
Yıldırım
Demirören’in BEŞİKTAŞ’a sağladığı faydayı görmek açısından bu örnek önemli
bence. Demirören, BEŞİKTAŞ’ın kendi ampulünü bulmasını sağlamayacak yolları
öğreten adamdır.
Örneğin çok pahalı
transferler yaparak bir yere gelinmeyeceğini O’nun sayesinde öğrendik.
BEŞİKTAŞ’ın tarihsel kodlarında olmayan havalı, sansasyonel isimleri transfer
etme politikası çöktü. Bu kulübün, bu tarz transferler yaparak, geçmişi boyunca
bu tarz transferler yapmakla isim yapmış rakipleriyle yarışamayacağını, olsa
olsa onların kötü birer taklidi olabileceğini gördük. Bizim geleneğimizin biraz
daha mütevazı ve gelişime açık oyunculardan kurulu bir takımla, öz kaynak
orijininden hareketle mücadele etmek olduğunu, büyük olmak için illa ki diğer
büyüklerin yaptıklarına ihtiyaç duyulmayacağını, BEŞİKTAŞ’ın büyüklüğünün bu yapıyı
kurabilmenin ta kendisi olduğunu hatırladık, yeni nesil BEŞİKTAŞ’lılar da
öğrenmiş oldu.
Transferde bir tek
menajere bağlı kalma politikası sayesinde öğrendik ki; başka türlü gayretler
gerekiyor. Bu bilgi sayesinde Oğuzhan’ı, Olcay’ı bulup getirdi takıma sonraki
yöneticiler.
Çok bahsettiği
BEŞİKTAŞ’lı duruşunun ne olmadığını öğrendik hem de. Başkan olarak, görevi
başındaki teknik direktörden gizli, başka bir teknik direktörle görüşüp,
görüşmediğini açıklamanın BEŞİKTAŞ’lı duruşuyla alakası yoktur. Takımı sahadan
çekeceğini, PAF takımıyla oynayacağını söyleyip, 3 gün içinde vazgeçmenin de
öyle. Evet! Bir duruşumuz var. Özgün bir duruş üstelik. Bir önceki paragrafta
bahsettiğim transfer politikasını da içine alan “ötekilere öykünme” durumu Baba
Hakkılardan, Şeref Beylerden, Sebalardan
kalan o duruşun kalbine bıçak saplamaktır. “Sen başkalarına benzeme sakın, hep
böyle kal” dediğimizde, sadece damarında siyah-beyaz bir sıvı akanların (kan
değildir o sıvı, başka bir şeydir) anladığı, ellerimizden kayıp giden yaşam
tarzının tam da kurtarmamız gereken şey olduğunu öğretti bize.
Bizim için hala
efsane olan sezonlarımızı teknik direktör konusundaki istikrarın sağlandığı
dönemde yaşamıştık; Gordon Milne zamanı… Demirören 8 yılda 10 ayrı teknik
direktörle çalışarak bu alanda da kendinden sonrakilere doğru yolun ne olduğunu
gösterdi. Ben BEŞİKTAŞ’ın teknik direktörlerini hep sevdim, inandım. Ama
onların bir çoğu BEŞİKTAŞ’ı sevmedi. Kariyerlerini, sözleşmelerindeki
maddeleri, bol sıfırlı rakamları sevdiler. Ayıplamıyorum, garipsemiyorum,
kızmıyorum. Çünkü suç onların değil. BEŞİKTAŞ’ı, o armayı, formayı, tribünleri,
zorlu belki de ilkel de olsa o stadı sevecek, sahadaki takımıyla birlikte arada
tek gözüyle de Kapalı’yı izleyecek bütün bunlar için çalışabilecek kişileri
o takımın başına getirmek gerektiğini öğrendik buradan da. Şimdiki yönetim
Samet Aybaba’yı tercih etmeyi nasıl akıl edebildi sanıyorsunuz?
Her 19 Mayıs’ta
kazmanın vurulmasını beklediğimiz İnönü’nün yerine yeni stadın nasıl
yapılamayacağını gayet güzel gösterdi bize. İzinler, belgeler, resmi mühür ve
imza.. Gerekenlerin bunlar olduğunu bildik. Artık ilgili kişiler konuşarak
değil de bu ihtiyaçları gidermenin peşinde koşarak bir ütopyaya dönüşmeye yüz
tutmuş yeni stad projesini gerçeğe dönüştürebilirler.
Örnekler çok..
Paradigmaların hepsi çöktü.
Bir tek gerçek var,
o istisna:
BEŞİKTAŞ’ı sevmeyi
O’nunla öğrenmedik.. Sevmeyi ve BEŞİKTAŞ’lı olmayı kimimiz babasından, kimimiz
abisinden, kimimiz dayısından, amcasından öğrendi. Bazılarımızda ise zaten
içgüdüsel olarak vardı.Bildiğimizi test etmiş olduk sadece; doğru çıktı…
“Sevinmek için
sevmedik” ya..Yine de buna sevinebiliriz…
18 Kasım 2012 Pazar
Her Alanda Paslaşmalar
Üniversite
yıllarımda İnönü stadında BEŞİKTAŞ’ı izlerken hep şahit olduğum bir manzara
vardı ve çok basit bir tanımı vardı bu manzaranın: Geriden şişirilen toplar…
BEŞİKTAŞ topu ileriye taşımak için orta sahayı kullanmak yerine Alpay, Ali Eren
gibi oyuncuların havadan uzun toplarından medet umuyordu. İzledikçe
şaşırıyordum bu duruma. Böyle bir oyunla nasıl gol atıp, nasıl maç kazanıyor, nasıl puan alıyor, nasıl şampiyon oluyorduk
biz? Top havalanacak, doğru yere gidecek, ileride biri kafayla indirecek,
arkadan gelen biri topu alacak vs.. vs.. Bunun daha garantili bir yolu
olmalıydı. Orta sahada oynayan oyuncularımız bu kadar mı yeteneksizdi? Acaba
ben mi futbol bilmediğim için şaşırıyordum bu duruma?
Bu sezonki BEŞİKTAŞ’ı
izlerken en çok o manzaraları görmediğim için mutluyum. Pas tercihleri ve
zamanlamaları çok iyi noktalara gitmeye başladı. Ayağa pas yaptığını
söyleyemeyiz takımın, ama tabiri caizse “dan dun” vurulan toplardan kurtulduk.
Artık topun gittiği yerde mutlaka Siyah-Beyaz’lı (belki de kırmızılı) bir
oyuncunun olacağını tahmin edebiliyoruz ve bunu sağlayan şey çok koşmak değil
sadece. Geçmişte de yetenekli oyuncularımız olmuştu mutlaka ama bugünkü
oyuncuların, özellikle Fernandes ve Oğuzhan’ın üst düzey tekniklerinin payı
büyük. Doğru yerlere, doğru zamanlamayla atılan paslar sahada oynanan oyunun
lezzetini daha iyi hissettiriyor bize. İyi paslaşma bol ve etkili pozisyon
getiriyor. Hatta Necip’in bu sezonki olağanüstü gelişimine, futboluna sınıf
atlatışına da bu pasa dayalı oyunun çok büyük katkı sağladığını
düşünüyorum.Keza Veli’nin sahada dikkat çekici bir şey yapamıyor gibi görünmesinin
de sebeplerinden biri budur, pas düzenine uyum sağlayamadı Veli...
Sahadaki
Fernandes-Oğuzhan ilişkisi bana geçen sezon GS’da gördüğümüz Ujfalusi-Semih
arasındaki usta çırak ilişkisini hatırlatıyor. Fernandes acil bir durum, bir
sıkıntı, bir kriz olmadığı sürece Oğuzhan’ın hücumu yönetme denemeleri
yapmasına müsaade ediyor. Belki de O’nu bunu yapmaya zorluyor lisan-ı haliyle.
Antrenman sonrası özel çalışmalar yapıyorlar mı bilmem ama gerek de yok
sanırım. Oğuzhan açık ve net bir şekilde gerçek sahada, gerçek maçta staj
yapıyor Fernandes ustanın yanında..
Lig Tv spikerleri haftalardır
BEŞİKTAŞ maçlarını anlatırken “Unutulmaz bir maç, sezonun en iyi maçı” vb..
şeyler söylüyorlar.Haksız sayılmazlar tabi ama gol sayısının 5-6-8 gibi
sayılara ulaşması bu durumun oluşmasını sağlıyor.Bu gollerin arasında BEŞİKTAŞ’ın
yediği goller de var.3-3, 5-3 gibi skorlar seyir zevkiyle beraber takımın
savunması açısından da alarm demek. Özellikle sol kanat savunmamız Antalya’da
bizi oldukça rahatsız etti. Uğur Boral neredeyse hiçbir pozisyonda doğru
zamanda doğru yerde olamadı. Olduğu zaman ise Antalyaspor atak yapıyor değildi.
Uğur’un formasındaki tere duyduğumuz saygıyla beraber, İsmail Köybaşı’nın bir
an önce dönmesi gerektiğini de belirtelim.
Kalecimiz de mi
kendisini gözden geçirse acaba? Mc Gregor tecrübeli belki ama Cenk’deki gözü
karalık yok maalesef. Yediğimiz gollerin önemli bir kısmında son pozisyon kale
sahasının içinde gerçekleşirken aksiyonun içinde Mc Gregor’u göremiyoruz. Samet
Ayababa, Mc Gregor’a olayın içine dahil olup el koyarak oradaki krizi
bitirmesini öğretmeli..
Tıpkı en zor zamanda kendisinin takımın başına geçerken
yaptığı gibi…
(Not:Fernansdes’in 2. golde Almeida’ya yaptığı asist
hakkında bir şeyler yazacaktım.Ama o kalemim o kadar kuvvetli değil. Yalnızca
saygımı belirtmek üzere yukarıdaki
fotoğrafı kullanmakla yetiniyorum)
9 Kasım 2012 Cuma
Gerçekten BEŞİKTAŞ...
Değişmeyen doğrular
var futbolda, hani “futbolun temel prensipleri” diye bahsedilen şey. Toplu
halde savunma yapan takımın gol yeme ihtimali azalır. Oyuncular yardımlaşıyorsa
istenilen şeyin yapılması kolaylaşır. Çok koşan takım, eğer yaratıcı
özelliklere sahip oyuncuları da yeterince ve zamanında devreye giriyorsa daha
kolay kazanır.
BEŞİKTAŞ’ta geçen
sene yıldızlar vardı, hem de bol miktarda. Ama temel prensiplerin bir çoğu
yoktu. Ne bir yardımlaşma, ne de toplu savunma... Yükün dengesiz dağılması
nedeniyle çok sıkıntı çekti takım. Top ayağındayken yıldız olan kerameti
kendinden menkul oyunculardan kurulu ön taraf ve onların kaptırdığı toplara
dili dışarıda yetişmeye çalışan savunma grubu... Bu sosyal adaletsizlik
muhakkak ki dünya görüşü itibarıyle bu konularda hassasiyeti bilinen büyük
taraftarın da dikkatini çekiyordu ama arma aşkına, forma aşkına ve o naif
duygusallıkla umudunu hiç kırmadı tribünler. “Bazen sevinç, paso keder”i
içselleştirmiştik ne de olsa..
Ardından FEDA
zamanı geldi. Kendi uçamayan, biz müritlerin uçurduğu şeyhler gitti, yerlerine
gençler geldi.O formayı gerçekten isteyen, o arma için bir şeyler yapmaya hazır,
o renklerin içinde bulunmanın kıymetinin farkında olan gençler. Sahaya baktıkça
doyamıyoruz artık. Gördüklerimizi “kanser ederler adamı” diye tanımlamıyoruz.
Mart ayında göreve
gelen yeni yönetimden en büyük beklentim BEŞİKTAŞ’ı geçmiş dönemde diğer
büyüklere öykünerek yaptığı pahalı yıldız oyuncu transfer etme mantığından
kurtarmasıydı. Formayı, O’nu özüne döndürecek, genetik yapısına, dokusuna,
tarihi misyonuna uygun oyunculara vermesiydi. Bunun için de ilk önce bunu bilen
birini takımın başına geçirmesi gerekiyordu tabii ki. Samet Aybaba nokta atışı
oldu, Recep Çetin ve Ulvi Güveneroğlu da ekstrası.
Samet Hoca BEŞİKTAŞ’ın ne olduğunu iyi biliyor ve belli ki tüm oyuncularına da bildiğini aşılıyor. Kendi kaynaklarını kullanan
bir BEŞİKTAŞ ve yıllarca ince ince işlenip orta yapmaktan, çalım atmaktan, pas
vermekten önce birer Kartal olmayı öğrenen oyuncular var sahada.
BEŞİKTAŞ’lı olmanın; topun kale çizgisini
geçip geçmemesiyle değişen bir kavram olmadığını hepimiz biliyoruz ve sahada
bizim renklerimizi taşıyanlar da bilsin istiyorduk.Önemli olanın galibiyet
değil, o galibiyet için verilen emek olduğunun farkında olmalıydılar. Attıkları
gollerin sayısındansa formalarındaki terin çokluğuna değer veriyorduk.
Kazanmak için her
yol mübah değildi; hak yemesinler ama haklarını korusunlar istiyorduk; onca
kıymetli olan emeklerinin bir karşılığı olsun. Rakiple sonuna kadar mücadele
edip sonunda istediklerini alsınlar.
Bütün bunları
gördüğümüz sürece yağmur, çamur, kar, fırtına demeden gideriz desteklemeye…Hep gittik…
Artık görüyoruz…
BEŞİKTAŞ’lı olan
herkesin en hassas tellerine dokunacak kadar güzel şeyler var artık.
Seviniyoruz…
Sezonun başında
gitmek istediğini söyleyen Almeida 60 metre koşup defansa yardım için mücadele
ediyor, rakip kovalıyor. Fernandes atılan her golden sonra en çok sevinen,
hırsını en çok belli eden oyuncu. 85 dakika koştuktan sonra yedek kulübesine
geliyor ve arkadaşının kendisine yer vermesine bile gerek görmeden o mütevazılıkla
bir kenara oturup kalan 5 dakikayı seyrediyor. Takımda gördüğümüz bu
arkadaşlık, bu mütevazılık, bu kadirşinaslık, bu kalenderlik bizi şampiyon
olmaktan daha çok sevindiriyor.
Yıllarca ağızlara
sakız edilip de hiçbir emaresini görmediğimiz BEŞİKTAŞLILIK DURUŞU vücut
buluyor bütün takımda.
Seviniyoruz..
Atılan goller,
kazanılan maçlar ve puanlar değil bizi gülümseten..
Bizim BEŞİKTAŞ’ımız
geri geliyor…
Mutluluğumuz
bundandır…
5 Kasım 2012 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)