Sayfalar

4 Şubat 2013 Pazartesi

Gael Garcia Bernal..Ve NO..


Gael’le dostluğumuz 2000 yılına dayanır. Beyoğlu’nun en güzel sineması olan Alkazar’da tanışmıştık. Ben bir film izliyordum, O da filmde baş rol oynuyordu. Paramparça Aşklar Köpekler (Amores Perros).. O gün filmden sonra çıkışta ben İstiklal caddesine çıkıp meydana doğru yürüdüm, O ise yatsı namazına Süleymaniye’ye yetişmek için hızlı adımlarla tünele doğru gitti. Çok istememe rağmen bir türlü diyalog kuramadık. Sonra birkaç filmde daha karşılaştık. Motosiklet Günlüğü’nde bildiğim her zamanki Gael’di. Almadovar’ın “Kötü Eğitim”inde ise eşcinsel bir karaktere büründüğünü görünce şaşırdım. Bu kadar büyük bir değişiklik beklemiyordum O’ndan…

Sonra bir süre görüşemedik. Meksikalı olması nedeniyle dil problemi yaşıyorduk zaten,  ben O’nu ancak altyazıyla anlayabilirken o beni hiç duymuyordu bile.

Bir Cuma öğleden sonrası internette gezinirken birden bir fotoğrafına rastladım. Sağ omuzunun üzerinden bir yerlere bakıyordu. En üstte ismi vardı: Gael Garcia Bernal.. Ortada ise kocaman bir şekilde kalın puntolarla ve siyah renkle bir şey daha yazıyordu: NO…

Evet..Anladığım kadarıyla arkadaşım Gael’in yeni bir filmi söz konusuydu. Küçük bir araştırmayla filmin adının NO olduğunu, aslında bu filmin geçtiğimiz Film Ekimi etkinliğinde gösterildiğini, şu sıralar ise bir kez daha gösterime girdiğini ve fakat bu gösterimin koca İstanbul’da sadece Beyoğlu Sinemasında olduğunu öğrendim. Ulaşım imkanlarının bu denli yüksek olduğu bir ortamda, yalnızca kıta değiştirmek zor geldiği için filmi izlememek hiç de şık bir davranış olmayacaktı. Gael’e hiçbir bahaneyle bunu anlatamazdım. Mecburen hızlı bir planlama yaparak kendini Mayıs ayında zanneden bir Şubat günü öğleden sonrasında Beyoğlu’nun yolunu tuttum.

Şili’nin ünlü ve olmaz olasıca diktatörü Agusto Pinochet’nin iktidarının devam edip etmemesini belirleyecek bir seçim arefesinde, “Hayır” yani “No” kampayası sırasında oluşan baskılar ve verilen mücadeleden bahsediliyordu filmin anlatıcısı bir gazete yazısında. Arkadaşım gene sol tandanslı muhalif ve aktivist bir role bürünmüştü anlaşılan. Sever böyle şeyleri.

“Film perdede akarken kim bilir kaç Türk izleyici, ülkesinde var olduğuna inandığı baskılı ortamda bir şeylere hayır demek için fırsat arıyor, kendi kafasındaki demokrasiye uygun bir şeyler bulmak istiyor ve kim bilir kaç kişi mücadelesinden dolayı  hayranlık dolu bir gözle bakıp kendini Bernal’le özdeşleştirecek” diye düşünürken reklam bitiyor, film başlıyor. Başlangıç sekansı 1988 yılının olumsuz estetik anlayışıyla dekore edilmiş bir toplantı masasının etrafındaki insanlardan oluşuyor. Bir reklam ajansının toplantısı olduğunu anlıyoruz. Yeni çıkmış bir kola markası olan “Free”  için çekilmiş bir demo üzerine tartışıyor masadakiler. Reklamcılar müşteriyi “Gençler özgürlük istiyor” vs.. sözlerle ikna etmeye çabalıyorlar.

Film devam ettikçe beni bir kandırılmışlık hissi sarmaya başlıyor.

Hayır..

Böyle olamaz..

Bu olmamalı..

Bu filmde bir resmen bir reklamcılık güzellemesi izliyoruz Bunları düşünerek gelmemiştik filme. Biz bir diktatörün estirdiği faşizmi, zorbalığı, tek ses-tek tipliliği iliklerimize kadar hissetmeyi bekliyorduk. Otoriter rejimin ne kadar kötü bir şey olduğunu bu filmle idrak edecek olanlarımız ne yapacaklar şimdi? Bir yandan da aramızda, gördüklerini 2013 Türkiye’siyle örtüştürmeye niyetlenenler vardı. Nasıl olur da siz koca diktatörün zalimliğini sadece birkaç sokak gösterisine yapılan müdahele, bir tane de karakol dayağıyla geçiştirerek bizden gizlersiniz? Nasıl olur da reklamın seçimler üzerindeki etkisini biz 2000’lerde keşfetmişken siz bunu ta 1980’lere kadar götürürsünüz. Hem demek ki siz bizi ilk defa kandırmıyorsunuz. Daha önce de bildiğiniz reklam etkisini bize 20 yıl sonra öğrettiniz. Bizde “image maker” kullanan ilk başbakan’ın iktidarı henüz sürüyor..

Film sadece Evet’çilerle Hayır’cılar arasındaki bir reklamcı çatışmasına bağlı olarak kalmış maalesef. “No” kampanyasını yürüten ekibin çalışma ofisinin önünde park etmiş birkaç arabanın içinden bakan karanlık adamlar haricinde bir tehdidin olduğunu görmek zor. Ne otoriterlik, ne faşizm ne de dikta… Hiçbir etkinliğini göremiyoruz. İnsan “Pinochet de diktatör müymüş, hadi canım sen de” diyerek çıkabilir bu filmden.

80’li yılların televizyon, kıyafet, dekor vs.. gibi hatırlarını özlemediğimi fark ettim bir de. Zaten benim o yıllarda şahit olduğum dünyanın pastelliği buradaki gibi “sıfır” düzeyinde değildi. Bu renklerin doygunluğu fazla olmuş biraz.

Sinemanın önünde bir sigara yaktım. Gael’in tam performansla oynamadığını düşünüyordum ki gene tünele doğru gittiğini gördüm. Bir kaykaya binmişti, ben toparlanıp seslenene kadar gözden kayboldu…

Büyük Şehirler...

 
     Büyük sehirlere bağlanma Mehmedim
Öyle bir şehre yerleş ki
 Küçük fakat bizim olsun
    Sokaklarında tanımadığın yüz
    Ensesine şamar atamayacağın kimse dolaşmasın
Her ağacına elin
  Her karış toprağına terin değsin
   Ve kuytu evlerden birinde
 Senden habersiz ölenler olmasın
 
Bedri Rahmi Eyüboğlu

1 Şubat 2013 Cuma

Korkmak İyidir

 
   Geçtiğimiz hafta bir derbi izledik.Bu sene oynadığımız diğer derbilerdeki gibi bol şapkalı bol tavşanlı bir derbiydi bu. Fakat herkesin düşündüğü, ilk aklına geldiği gibi BEŞİKTAŞ'a ait tavşanların Samet Aybaba'nın şapkasından çıkışından bahsetmiyorum. Galatasaray cephesinde de oldu benzerleri.Fakat kazanan taraf olduğu için pek dikkati çekip de garipsenmedi bunlar.
    Felipe Melo ülke gündemine 2. Tükürük Olayı'nı sokmak suretiyle takımını 10 kişi bıraktıktan sonra Fatih Terim iki hücum oyuncusunu oyundan aldı, yerlerine bir orta saha ve bir de defans "eleman"ı yerleştirdi. Bunu yaparken maçın bitimine 30 dakika vardı, Galatasaray 2-1 öndeydi ve Muslera'nın forması tertemizdi. Koca 60 dakikada, BEŞİKTAŞ tek bir atak bile geliştirememiş, duran toptan bulduğu gol dışında savruk bilinçsiz, cılız deneyler yapmış fakat kalite farkını aşamayarak çaresizlik içinde kalakalmıştı. Buna rağmen Terim takımının defans güvenliğini artırıcı tedbirler aldı. Çünkü korktu. Korktu çünkü bazen korkmak gerekir ve ne zaman korkacağınızı bilmek sizi büyük hoca yapabilir. Hırsla saldırmak bazen çok pahalı faturalarla döner size.
   Fatih Terim geçtiğimiz sezon sahasında Fenerbahçe'ye 3-1 kaybettiği lig maçında korkmamıştı mesela. Son derece saldırgan ve atak futbolu benimseyen takımını dizginleme, durup bir düşünmelerini sağlama, neler olup bittiğini anlama imkanı oluşturma gereği duymadı. Mükemmel bir futbol oynayıp, pozisyon üstüne pozisyon bulup 3-1 yenildiler. Çünkü bir an bile korkmadılar.
   Oysa mantıklı olan korkudur bu tür anlarda.
   Oyunu kilitleyip sadece kendini savunmanın, rakibinin oynamasına izin verip, açıklarını yakalama durumunda kontrollü bir hücumun, bazı maçlar için, maçların bazı anları için çok iyi bir taktik olduğunu Samet Aybaba anlayamadı. Anlamış ama kabullenememiş de olabilir. Sıklıkla söylediği "Biz büyük takımız" düşüncesi bazı anlarda korkmuş görünmekten utanmasına sebep oluyordur. Ama büyük takım olmak; sahada helak olmak anlamına mı geliyor yoksa her durum ve şartta -bir kaç istisna maç haricinde- istediğini almak demek mi büyük olmak? Büyük olmak galiba biraz da çekinmeyi bilmek demek; doğru zamanlama ve dozajda bir çekinmeyi...
   Karabük belalı bir takım. Bunu, ülkedeki oligarşik takımlarla yaptıkları maçlarda defalarca izledik bu sezon. Herkese 3-1'i uygun görüyorlar. Sol kanattan akıp gelen Ahmet İlhan, sağda Juju ve saygıdeğer Lualua ile oluşturdukları hücum hattı gayet tehditkar. Böyle bir takım karşısında 2-0'ı bulmuşsunuz. Kendi evinizde oynuyorsunuz. Rakibiniz de 10 kişi kalmış. E artık kaza yapmamak için biraz iştahınızı kesin, topu tutmak için orta sahanızı kalabalıklaştırın, biraz geri yaslanın, pas yaparak geçiştirmeyi bilin...Kısacası biraz korkun değil mi?
   Hocamız bunu uygun görmedi.
   Birden 2-2'ye geldi skor.
   Almeida'nın sakatlığı nedeniyle yapılan değişiklikte koca takımın tek forveti olarak 18 yaşındaki Sinan Kurumuş'un sahaya girmesini anlayabilirim. Skor üstünlüğüne sahipsiniz ve oyununuz yeni goller de vaat ediyor. Genç oyuncuyu kazanmanın bir yolu olabilir bu maçı değerlendirmek. Zaten tek forvetli düzen için alternatifiniz de yok.
    Fakat 2-2'lik skorda Fernandes'in çıkmasını nasıl anlatabilirsiniz bize?
    Ya Ersan'ın yerine Escude'yi oyuna almak?
    Samet Aybaba 2. kez seyircinin önüne atıyor Ersan'ı. Bir hatasında daha benzer bir değişikliği yapmıştı. Bu tür tercihlerin bu camiada nasıl karşılandığını en çok kendisi bilir halbuki.
   Almeida'nın attığı gollerin haricinde BEŞİKTAŞ'ın oyunu rakip alana yıkabilmesi için ne kadar önemli olduğu da anlaşılıyor 2 haftadır. Pasla çıkmaya değil de uzun topları indiren pivotla oynamaya alışmış bir takım var ortada ve bir kez daha tekrarlanan sakatlığıyla 1,5 ay daha o pivotundan yoksun kalacak. Kulüp doktoru "Dinlensin" derken teknik heyetin sahaya sürmesi büyük bir profesyonellik hatası.
   Maç sonrası açıklama yapan Samet Aybaba "Toparlamaya çalışan Oğuzhan var. Toparlamaya çalışıyor ama gücü o kadar" dedi. Ersan'a yapılan fiili eleştiriden sonra Oğuzhan'a da sözlü eleştiri. Üstelik bu da ilk değil.
   Futbolcuları tüm kamuoyu önünde eleştirmek hangi teknik direktöre fayda sağlamış şimdiye kadar acaba.